15 Aralık 2014 Pazartesi

Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s) Hiç Beddua Etmiş midir?

Hz.Peygamber Efendimiz, her konuda bir denge insanıdır. Bedduacı ve lanetçi değildir; ama O (s.a.s) yanlış tavır ve davranışlara da gerekli ikazı yapmıştır.

5 Aralık 2014 Cuma

Kur’ân’da Beddua var mıdır?


Kur’ân, kendisine inanıp tasdik edenlerin hayat rehberidir. Müslüman her meselesini hakemlik yapmak üzere Kur’ân’a götürür, Kur’ân’da sarih bir şey bulamazsa meselelerini Kur’ânî mantıkla çözer/çözmelidir.

2 Aralık 2014 Salı

Ada

Ah efendim!
"Göller bölgesinde bir ada" olmanın affedilmez cürmünü nasıl tahmin edebilirsiniz ki; biliyorum mükeddersiniz; ama muğber olmadığınızdan eminim; belki bir miktar ye'se uğradınız lâkin kahırlanma lüksüne sahip olmadığınızı biliyorsunuz, çünkü "göller bölgesinde ada" olmayı bilerek tercih ettiniz. Ah efendim!
"Paran çoksa kefil, işin yoksa şâhit ol" alçaklığına neredeyse vecîze kıymeti atfedildiği bir cıvıklık ve nâmerdlik ikliminde kâr-zarar hesabına bakmadan, "elâlem ne der" endişesine kapılmadan, çekinilmesi gereken "asıl mercii"den gayrısına fütûr göstermeden Hakk'a şehâdet ve "sa'y"e kefâlet etmenin ne gereği vardı sanki?
İnsanları eğitime teşvik etmek, zihinlerini bilgi ve hikmetle aydınlatıp genişletmek, geçmiş zaman efsânelerine gönüllü kölelik etmek yerine onları eskimeyen bilgiler etrafında şimdiki zamanın bilgisini haiz hür efendiler kılmak için didinmek neyin nesi oluyor efendim? Geleceğin hür ve bilgili insanlarına yatırım yaparken gönüllü köleleri ve yarı cahilleri tahrik edeceğinizi hesaba katmadığınız için suçunuz büyük. Siz, eski köye yeni âdet getirdiğiniz için de suçlusunuz: Tahakkukunu mûcizelerden beklediğimiz, en iyi ihtimalle uzak torunlarımıza havale ettiğimiz hülyâlarımızı sanki sıradan bir iş görüntüsüyle ve mütevazı bir karınca sabrıyla teker teker gerçekleştirdiğiniz için cürmünüz affedilemez!
Sizden şüphelenmekte yerden göğe haklıyız efendim: Mâziniz köpüklü yayla derelerinde yerli sabunla çitilenmiş bir beyaz mendil kadar temiz (ve tabii buruşuk!), şahsî servetiniz havsalamızı kurutacak derecede cüz'i, beşerî zaaf siciliniz insanı tedirgin edecek ölçüde fukara. Buna mukabil itibarınız anlaşılmaz ölçüde vâsi; tahsil kariyeriniz hiç kimsede imrenti uyandırmayacak derecede sıradan; ama Türkçeye hâkimiyetiniz ve tasarrufunuz "âlâ" derecede; iknâ ve nüfuz kabiliyetiniz şaşırtıcı, millete hizmet siciliniz parlak muvaffakiyetle müzeyyen. Hele "dolgun başakların boynu bükük olur" kabilinden bir tevâzuunuz var ki, ardında alışageldiğimiz mülk ve dünyâ nîmetlerini bulamayınca biz darmadağın oluyoruz efendim! "Vird"iniz Hak, tavsiyeniz sa'y ü gayret, telkininiz sabır, teşvikiniz müsbet ilim, istikametiniz sulh ve teennî. Sizden şüphelenmekte biz yerden göğe haklıyız efendim! Bu portre o kadar alışılmadık çizgilerle yüklü ki, ne kadar "dur hele foyası çıkar yakında!" diye imâl-i fikr etsek beklentilerimiz boş çıkıyor.
Bir şeyler yanlış efendim; evvelâ bir "din hizmetkârı" vasfıyla mâruf olduğunuz halde samimiyetinde iğne ucu kadar zaaf bulamadığımız "Türkiyeci" tavrınız, "yerli ve millî" nokta-i nazarınız bizi fena halde rahatsız ediyor; sizi zihnimizde hazır tuttuğumuz raflardan birine yerleştirmekte fena halde zorlanıyor ve sinirleniyoruz; bu kadar samimi, iyi niyetli, sulhperver, hoşgörülü, mütevazı olabilmek hakkını nereden alıyorsunuz? Buna hakkınız yok!
Bizi suçlamamalısınız efendim, bu işte bizim taksîrimiz yok; biz, ancak bizim tabiatımıza benzeyen tabiatları anlamak ve tasnif edip rahatlamak kabiliyetine mâlikiz. Siz, bizim yaygın standartlarımıza uymuyorsunuz; açık vermiyorsunuz, zaaf göstermiyorsunuz, Hakk'ı tavsiye ediyorsunuz, devletle didişmiyorsunuz, ucuz düşmanlık edebiyatına iltifat etmiyorsunuz, siyasette kendi dolabınızı kurma fırsatını istihkârla karşılıyorsunuz, insanları üretken olmaya yönlendiriyorsunuz, pek kolay olduğu halde kendi tekkenizi kurmuyorsunuz, kerâmet satmaktan hayâ ediyorsunuz, buğz ve nefretten kaçınıyorsunuz!
Olur mu efendim, bu kadarı da olur mu?
Siz bizim ölçülerimize göre standart dışı bir karaktersiniz; bizi bu halinizle çok rahatsız ediyorsunuz; bizde tedirginlik ve şüphe uyandırdığınız için bizi bile suçlamamanız bizi kahrediyor.
Efendim, bu kadar iyi olmaya hakkınız yok; bu kadar iyi olduğunuz sürece sizi anlamamaya ve size yakınlık duymamaya kararlıyız; "bunların kalbine niçin nüfûz edemiyorum" diye şahsî bir cehdiniz varsa, Dostoyevsky'nin "Karamazov Kardeşler" isimli eserindeki "Büyük Engizitör" faslını okumalısınız; o zaman bizi muhtemelen anlayacaksınız! Okuyunca göreceksiniz ki sizinle biz medeniyet tarihinin iki zıt karakterini temsil ediyoruz.
Sakın bir daha bizi bile affettiğinizi söylemeyin efendim; bu tavrınız bizi büsbütün çileden çıkarıyor: Biz sizde affedilmeye layık değerler bulamazken bize muğber olmadığınızı bile söylemeniz dayanılır gibi değil; bu kadarına hakkınız yok.

Âh efendim, göller bölgesinde bir kayık olmak dururken niçin "ada" olmayı seçtiniz?

Ahmet Turan ALKAN, Zaman Gazetesi, 2 Nisan 1998

25 Kasım 2014 Salı

Her dönemde yaşanabilecek bir olay: İFK HÂDİSESİ

Tarihî hâdiseler aynıyla değil, misliyle tekerrür eder. Tarihin bir döneminde yaşanmış bir olay; zamanın gereği olarak şahıs ve elbise değiştirerek yeniden insanlığın karşısına çıkar.
Yaşanan hemen her hadisenin benzeri geçmişte bir şekilde yaşanmıştır, önemli olan bunları bilip gerekli dersi alabilmektir. Bu yönüyle “Peygamber asrı” da biz Müslümanlar için hayat ve tavırlarımızı düzene koymak adına önemli bir örnektir. Asr-ı Saadet’te cereyan eden hâdiseler mikro plânda, kıyamete kadar gelecek hâdiseler için bir ölçü birimi ve boy aynasıdır. Bu bakış açısından Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan “İfk hâdisesi”ni değerlendirmemiz yerinde olacaktır.
İfk Hâdisesi
Allah Resûlü, hicretin 5. yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları’nın Medine’ye saldırma planı içinde olduklarını haber almış; problemi daha büyümeden çözmek için bir sefer düzenlemişti. Yolun uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere çok sayıda münafık katılmıştı.
Seferde pek çok fırsatı kendi emelleri adına kullanan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl son olarak da müminlerin annesi Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hakkında haysiyetsiz bir iftira ortaya atmıştı ki, burada asıl hedefi onun üzerinden İslam Peygamberi’ni karalamaktı.

Nur Sûresi’nin 11-20. ayetlerinin nüzulüne sebep olan, İslam tarihinde İfk (aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş söz, yalan, iftira ve bühtan) hâdisesi olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan dinleyelim.
Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
Sefer dönüşü Medine’ye yakın bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle ben biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken gerdanlığımı düşürdüğümü fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.
Özellikle kadınların rahat yolculuk yapmaları için devenin üzerine bağlanan “hevdec” denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum. Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde olmadığımı fark etmemişler. Ben de “aramak için geri dönerler” diye oracıkta beklemeye karar verdim. Bu arada uyumuşum.
Bu tür seferlerde, Safvan İbn-i Muattal (r.a) kafileden kalan şeylere bakması için “artçı” bırakılırdı. Safvan gelip beni bu halde görünce “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan’ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü ve yola devam ettik. Öğleye doğru konakladıkları yerde kâfileye yetiştik. Bu gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl’ün köpürtmesiyle büyüyüp fitne halini almıştı.
Medine’ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem’den (sas) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler de hissediyordum.
Her neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse’nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, “Kahrolası Mıstah!” ifadeleri döküldü.
“Bedir’de bulunmuş birisi hakkında nasıl böyle bir şey dersin?” diye ikaz edince,
-Haberin yok mu? dedi ve süreci anlattı. Ağlayarak eve döndüm; hastalığım daha da artmıştı. Resûl-i Ekrem gelince müsaade alıp babaevine gittim; anneme sordum:
-Anneciğim, bu insanlar neler söylüyor?
Annem beni teselli ederken babam geldi ve olayı yeni duyduğumu öğrendi. Hep beraber ağlamaya başladık…
Bir müddet sonra Allah Resûlü geldi. Selam verip yanıma oturdu. Beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:
-Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah temize çıkarır. Eğer insanlık icabı günaha düştüysen; Allah’a tövbe istiğfar et. Kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.
Allah Resûlü sözlerini bitirince benim gözyaşlarım boşaldı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim ama neticede söz bana kaldı. Gerçi konuşabilecek durumda değildim ama şunları söylemeden de edemedim:
-Vallahi görüyorum ki, hakkımda bir dedikodu duymuş ve inanmışsınız. Şimdi ben size “Ben böyle bir şey yapmadım” desem bana inanmayacaksınız. Allah gerçeği bildiği halde bir “itiraf”ta bulunsam inanıp tasdik edeceksiniz. Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz. Yusuf’un babasının dediği gibi -hüzünden Hz. Yakub’un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:
Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!” (Yusuf Sûresi, 18) Bunları söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.
Efendimiz yerinden kalkmamıştı ki, vahiy geldi. Benim hakkımda kıyamete kadar okunacak ayetler geleceğini tahmin edemezsem bile kendimden emindim; ama annem-babam dedikodulardan etkilenmiş olabilirdi!
Efendimiz,
-”Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan temize çıkardı.” dedi. Annem, teşekkür etmemi söyleyince; “Sadece Allah’a hamdederim; başka hiç kimseye minnetim yok!” dedim.
Nur Sûresi’nin 11. ayetinden itibaren benim masumiyetimi bildiren 10 ayet indirilmişti.
Bu ayetler gelince Resûl-i Ekrem sahabe içerisinde dillerine sahip olmayıp iftirayı yayan bazılarına “had cezası” uyguladı.
Allah Resûlü ifk hâdisesi dışında kendisine yapılan hakaret ve ezalara karşı bir nevi hazırlıklıydı. İfk hâdisesi ansızın olmuş, içerden gelmiş ve bir anda münafıkların yaymasıyla Medine’de hava değişmişti. Bu şayia ahlaki değerleri insanlığa sunan Peygamberimiz’i en hassas yerinden vuruyor, kendi değerleri noktasında şaibe altında bırakmaya çalışıyordu.
İfk hâdisesiyle ilgili ayetler gelmeden önce Allah Resûlü (s.a.s) bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı pek çok sahabî ile istişare etmiş ve herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti.
İfk hâdisesi üzerine gelen ayetler…
Detayları tefsirlere bırakarak şimdi bu ayetlerin bazılarını kısaca görelim.
O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa olacaktır.” (Nur, 11)
Bu olay vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel bazı prensipler net bir şekilde gösterilmiştir. Örnek olarak,
1.Beraet-i zimmet asıldır. Suçu sabit oluncaya kadar herkes masumdur.
2.İddia eden ispatla yükümlüdür.
Cenab-ı Hak, müminlere neticesi itibarıyla ağır ve sorumluluk gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini göstermiştir. Müslüman hüsnüzan eder, sarih delil yoksa kimseyi suçlamaz, suçlayanı dinlemez ve hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.
Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip; ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nur, 12)
Bu dedikodu Medine’de yayılınca, tam mümince bir duruş gösteren Ebû Eyyûb el-Ensari, eşine; “Allah için söyle, böyle bir şeyi sen yapar mısın?” diye sordu. “Asla!” cevabını alınca da ekledi:
“Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır! O da yapmaz.”
Allah, İstanbul’un aziz misafirinin tavrını, benzeri iftira kampanyaları karşısında Müslümanlara, nasıl davranacaklarını gösterme adına ayetle sabitleştiriyordu. Evet, Müslüman zahirde gördüğü, bildiği şeylerin aksine delilsiz iddialar duyduğunda hiç duraksamadan “bu apaçık bir iftiradır” demelidir.
Nur Sûresi 13. ayeti, şahitsiz, delilsiz sözleri/iddiaları ortaya atanların müfteri olduğunu ve Allah katında “yalancı” olarak kaydedildiklerini, bunlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini beyan eder.
15. ayette bir müminin iffetine dokunacak sözlerin, mümin ağızlardan basitçe çıkmaması gerektiği bildirilir.
Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor!” (Nur, 17)
Tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya maruz kalan müminleri de Allah koruma altına alıyor. Benzer şekilde delilsiz iddialarla karşılaşıldığı zaman, müminler bunun büyük bir olay olduğunu bilmeli ve bunu dilleriyle rahat rahat yaymamalıdırlar.
Bu ve benzer ayetleri incelediğimizde görüyoruz ki, Kur’an, münferid/tekil olaylardan bahsederek bunlardan genel ve evrensel prensipler çıkardığı gibi, şahısların her dönemde geçerli olan “vasıf” ve karakterlerine dikkat çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek alınması/sakınılması gereken “prototip”ler olarak ele alır.
Kur’an’da müminleri sakındırmak için yapılan kâfir ve münafık “tipoloji”si gerçekten dikkat çekicidir.
23 Ağustos 2014 Zaman Gazetesi


30 Eylül 2014 Salı

Birbirimizi daha iyi anlamanın yolu: Empati


Toplumumuzda çok sık iletişim kazaları yaşanmaktadır. Bazen hiç aklımızdan geçmeyen bir şey muhatabımızla aramızda, büyük bir problemin doğmasına sebep olurken, bazen de karşımızdakinin içinde bulunduğu şartları bilip değerlendirememe de iletişim bozukluklarına sebep olabilmektedir. Bu durumlarda empati yapmak birçok problemi daha başlamadan önce çözecek ve insanları daha iyi anlama konusunda bize kapılar açabilecektir. Öyleyse nedir empati?

Empati, bir insanın, kendisini muhatabının yerine koyarak, onun içinde bulunduğu şartlar ve imkânlar çerçevesinde, o kişinin davranış özelliklerini neden bu veya şu şekilde davrandığını anlayabilme durumudur.

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de bize bir çeşit empati örneği sunmaktadır:
وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلاً سَدِيدًا
Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nasıl olur diye endişe edenler; başkalarının yetimlerine haksızlık etmekten de öylece korksunlar da Allah’ın cezalandırmasından sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.” (Nisa, 4/9)

Burada Allah; sanki bize, kendinizi arkada yetim ve başkalarına muhtaç çocuklar bırakmış kişiler olarak düşünün ve dolayısıyla yetimlere karşı davranışlarınızı o bakış açısıyla yeniden değerlendirin diyor. Zira, bütün yetimler bir kişinin çocuğudur. Onların anne ve babası yerine ölen kişiler biz olabilirdik.

Öyleyse, insan “Onun yerinde olsam, şöyle şöyle yapardım” yerine “Acaba, o durumda onun yerinde olsam, ben neler düşünürdüm ve tavrım ne olurdu?” şeklinde düşünmeli ve karşıdaki insanı anlamaya çalışmalıdır. Zira muhatabı anlamak için onun o andaki ruhi durumunu, psikolojisini ve tepkilerini bilmek şarttır.

1 Temmuz 2003, Ailem Dergisi

23 Eylül 2014 Salı

"Mübarek 10 gece" geliyor; farkında mısınız?


Belki bazılarımız bu soruya "mübarek on gece" de ne demek, var mı böyle bir şey. diye cevap verecektir. Gerçekten de hayatımızda maneviyat adına ekstra kazançlar elde edebileceğimiz nice mübarek gün ve gece vardır: Kadir, Miraç, Regaib gibi geceler ve üç aylarla bayram günleri gibi.
Bildiğimiz mübarek gün ve gecelerin yanında, kültür olarak henüz içimize tamamıyla yerleşmemiş, daha doğrusu değerini bilmediğimiz bazı zaman dilimleri var ki, hiç farkına varmadan gelip gidiyorlar. İşte sözünü ettiğimiz mübarek "on gece"ler de bunlardandır.

Rabb'imizin yemin üzerine yemin ettiği on gece
Fecr Sûresi'nin ilk ayetlerinde Cenab-ı Hak değer verdiği bazı şeylere yemin eder. Biz farkında olsak da olmasak da bu gecelerin belli bir değeri vardır: "Fecre, o on geceye, çifte ve teke, akıp giden geceye yemin olsun ki: Kıyamet gelecektir. Nasıl, bunlarda aklı olanlar için bir yemin, bu yemine layık hakikatler vardır değil mi?" (Fecr, 89/1-5)
Kadir Gecesi'nin Ramazan ayında gizli olması gibi bu on gecenin de Muharrem, Ramazan ve Zilhicce ayında olduğu konusunda farklı yorumlar yapılmıştır. İlgili ayet ve hadisler dikkatli bir şekilde incelendiğinde üzerine yemin edilen bu on gecenin zilhicce ayının Kurban bayramı ile biten ilk on gecesi olduğu anlaşılmaktadır.
Ramazan ayının son on gecesi, hem Efendimiz'in bu günlerde itikâf yapması, hem de Kadir Gecesi beklentisiyle dikkatli yaşanmaya çalışılıyor. Ancak zilhiccenin bu on gecesi bazen farkına varılmadan geçirilebiliyor. Belki tam farkına varılamayabilir diye Rabb'imiz bu gecelere yemin ettiği gibi ayrıca bu gecelerin yemin etmeye değer büyük geceler olduğunu da bildiriyor.
Üzerine yemin edilen bu mübarek on geceyi gündüzleriyle ihya etmek Müslüman'a az zamanda çok sevap ve mükâfat kazandırır. Bu on geceyi hacca gidenler zaten ibadetle geçiriyorlar. Hacca gitme imkânı bulamayanlar da bu on gecenin ve gündüzlerinin bereketinden istifade etmeye çalışmalıdırlar.
Allah Resûlü (s.a.s.) zamanın bu diliminde yapılan ibadetlerin değerini ifade ederken, "Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibadet ve ameller öyle faziletli ve öyle hayırlıdır ki, ona denk başka bir gün yoktur." buyurur. Bunun üzerine sahabiler, "Bu günlerde yapılan ibadetler Allah yolunda cihaddan da mı değerli?" diye sorarlar. Efendimiz bu günlerde yapılan ibadetin cihaddan da değerli olduğunu belirtir; ancak bir istisna yapar. O da Allah yolunda şehit olmaktır. Kısacası, Allah yolunda şehit olmak hariç bu on gecede yapılan ibadetler kadar değerli amele rastlanmaz.

Neler yapılabilir?
Bediüzzaman Hazretleri bu on gecenin içindeki Kurban Bayramı arifesinde bin İhlas Sûresi okuma geleneğinin olduğunu söylüyor.
Bazı gelenekler, hurafelerden yola çıkmış ve aslen de pek fayda sağlamazlar. Ancak Bediüzzaman bu geleneği yabana atmıyor. Bunun yanında ömrünün sonlarına doğru bir günde bin İhlas okuyamayınca iki gün önceden başlıyor. Beş yüzünü arife günü, beş yüzüne de bir gün öncesinde okuyor.
Evet, zilhiccenin ilk on gününde yapılan ibadetler çok değerlidir. Hacca gidenler zaten ibadet ortamında bulunuyorlar ve bundan dolayı da başka şeylerle uğraşmaları daha zayıf bir ihtimal. Hacca gidemeyip kendi memleketinde kalanların, bu "mübarek on gece"yi ve gündüzlerini hakkıyla değerlendirmeleri kendileri adına ekstra bir kazanım olacaktır.
Kadir Gecesi'nde, Miraç Kandili'nde ve diğer mübarek gün ve gecelerde ne yapıyorsak, aynısını hatta daha fazlasını bu geceler ve gündüzleri için de yapabiliriz. Özetle:
- Bol bol Kur'an okumak,
- Kur'an'ın günümüzde bize lazım olan ve asrımıza hitap eden tefsirlerini okumak,
- İrtibatımızın bir remiz ve ifadesi olarak Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bolca salavat getirmek,
- Çokça dua ve istiğfar etmek yapabileceklerimiz arasındadır.
Zaten bu zaman diliminin kurbana denk gelen bayram günlerinde teşrik tekbirleriyle hacılara iştirak ediyor, onlarla aynı duyguları biraz olsun paylaşıyoruz. Bununla beraber az önce zikrettiklerimizin yanında gözümüz ve kulağımızla günahlara girmez, dilimizle hep Allah'ı zikreder ve arife dâhil bayram günlerinde ibadet, dua ve istiğfarda kusur etmezsek Efendimiz'in anlattığı sevaplara ulaşır ve ahiret saadetinin anahtarı olan affa mazhar olabiliriz.
07 Aralık 2007

"Teşekkür ederim" demek zor gelmesin!

Görünüşte sadece iki kelimeden ibaret “teşekkür ederim.” Ancak, altında çok manalar gizli ve bazen bir tebessümü ve mutluluğu ateşleyen iki sihirli kelime.
Sabahtan akşama kadar iyice bunalmış bir memura, güzel duygularınızı ifade eden görünüşte basit bir “teşekkür ederim” sözünüz, her ne kadar sizin işinizi yapmak mecburiyetinde bile olsa, onun yorgunluğunu azaltacak, belki de günün bütün stresini evine taşımasına engel olacaktır.
Allah’a şükretmek insanın önemli bir vazifesi. Bunun önemli bir vesilesi de dili ve kalbi teşekküre alıştırmak. Dilimiz ve duygularımız teşekkür etmeyi bilecek ki, Allah’a şükredebilelim. Nitekim, insanı bütün mahiyetiyle çok iyi tanıyan Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur. “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen, Allah’a şükredemez.” (Ebu Davud, Edeb 129)
Allah’a şükretmek önemli. Zira, O bizi hiç yoktan yaratmış; yaratmış ve cansız bir varlık yapmamıştır. Canlı olmanın yanında bize diğer canlılardan farklı bir kısım özellikler de vermiştir. Ağaç da canlı, ancak yerinden hareket edememekte; hayvan da canlı, ancak bizim gibi akıl nimetiyle donatılmamıştır. Allah bizi insan olarak yaratmış, dahası Müslüman ve çoğu zaman da sıhhat ve afiyet içinde yaşatmaktadır.
İnsanlara teşekkür ederken de asıl teşekkür edilmesi gerekeni unutmamak lazım. Bir zamanlar insanın “aslında ne kadar zengin” olduğunu ifade etmek için anlatılan bir hikaye okumuştum. “Sen de çok zenginsin” diyordu adam bir fakire. “Nasıl zengin sayılırım ki?” şeklindeki hayretine karşı da bir soruyla cevap veriyordu:
– Gözlerinden sadece bir tanesini kaç milyara satarsın?
Burun, eller, parmaklar, dizler ve en ilginci de baş parmak vurgulanıyordu hikayede. Tabii biz bunları çoğu zaman unutuyoruz. Dökülen saçlarımıza takılıp, rahat nefes alabildiğimizi, gerektiğinde öksürebildiğimizi, acıkınca da yiyebildiğimizi görmezden geliyoruz.
Allah’a şükürden sonra insanlara teşekkür de önemlidir. Kültürümüzde teşekkürü ifade eden birçok kelime vardır.
Kullanmayı bilenlerin sıcak bir tebessüm ve içtenlikle söylediği ‘teşekkür ederim’in yanında, yerine göre bir tebessüm teşekkür manasına gelir.
Bazen de sağ ol! ve sağ olasın! cümlecikleri bu duyguyu dile getirir.
Bazı yerlerde neredeyse unutulmaya veya bilinçli bir şekilde unutturulmaya çalışılan “Allah razı olsun” cümlesi de bizim kültürümüzde teşekkürü ifade eden güllerden biridir. Bu cümle teşekkür manasının yanında bir dua aynı zamanda. Zira Allah razı olduktan sonra bütün dünya küsse ne zararı olabilir ki.
Bizim kültürümüzün bir ürünü olmayan, İngilizce’den tercüme teşekkürler ifadesi var ki; onda öznesi belli bir ‘teşekkür ederim’ cümlesinin sıcaklığı ve samimiliği yok. Ancak o da, “hiç olmazsa” anlayışıyla alışıncaya kadar kullanılabilir.
Çok şahit olunmuştur iyice çatılmış kaşların ve gerilmiş yüzlerin bir ‘teşekkür ederim’ ifadesiyle değiştiğine ve güzelleştiğine.
3 Haziran 2003

19 Eylül 2014 Cuma

Aceleyle verilen karar neye yarar...

Ersin Bey çevresinin sevdiği, kararlarında tutarlı bir insandı. Hiçbir zaman acele karar vermez; öfke üzerine verilen kararların hep hatalı olduğunu ve öfkeye sebep olan şeylerin de çoğu zaman “incir çekirdeğini” bile doldurmadığını söylerdi. Kendisine bu hasleti nasıl kazandığı sorulduğunda çocukluğundan bir olay anlatırdı.
Anlattığına göre kendisi çok çabuk kızan bir çocuktu. Her şeye hemen kızıyor ve bu kızgınlık ve öfke üzerine verdiği kararlarda da genelde yanılıyordu.
Bir gün babası onu karşısına almış ve elindeki kutuyu kendisine uzatırken,
- Oğlum! Senden, senin için bir şey isteyeceğim. Çok sinirli ve ani karar veren birisi olarak görünüyorsun. Hâlbuki bu kadar öfkelendiğin şeylerin çoğu aslında küçük ve basit şeyler. Sana bir teklifim olacak; şu kutuyu al ve seni sinirlendiren bir mesele olduğunda, bütün ayrıntılarıyla o anki duygularını yazıya dök. Sonra bunları kutuya koy. Bir ay sonra kutuyu aç ve yazdığın şeyleri okuyarak nelerin seni sinirlendirdiğini sakin bir kafayla gör. Sonuçta, o kadar büyüttüğün meselenin senin için bile üzerinde bu kadar düşünmeye ve zaman harcamaya değmez şeyler olduğunu göreceksin, demişti.
Ersin, babasının dediğini yaptı ve kendisini öfkelendiren şeyleri, hemen öfke üzerine karar vermeden önce yazmaya ve kutuya atmaya başladı. Ay sonu gelmeden kutu ağzına kadar dolmuştu. “Beni kızdıran ne kadar çok mesele varmış!” diye düşündü. Kâğıtların bazılarını okurken, gülmekten kendini alamıyordu. O kadar küçük meselelere kızmıştı ki, şimdi o mesele küllenince ani bir karar vermediğine şükrediyordu.
Bizim de böyle bir “Sinir Kutumuz” olabilir. Bu kutuya öfkelerimizi, kırgınlıklarımızı, sinirlendiğimiz şeyleri.. vs. yazabiliriz. Öfke ve kızgınlık üzerine hemen karar vermeden önce bunu yaparsak bir ay sonra öfkelendiğimiz bu şeylerin büyüklüğünü(!) de görmüş oluruz. Zannederim, bunların çoğu yazmayı bile gerektirmeyecek şeyler olacaktır. Kim bilir belki de birkaç sene sonra bu kutuya bir şeyler yazıp koymaya bile ihtiyaç kalmayabilir.

                                                                                                                           3 Haziran 2003


18 Eylül 2014 Perşembe

Müslüman kendini tavırlarıyla gösterir

Müslüman her hal ve hareketiyle İslam’ın güzelliklerini yaşamalı ve çevresine bunları yansıtmalıdır. O, her yerde kendi gibi, yani Müslüman olarak davranmalıdır. Başkalarının tavır ve davranışları onun kendisini ifade etmesine engel olmamalıdır.
Bir hamal duymuştum; yırtık pırtık elbisesini kibar bir hanımefendiye tamir etmesi için veren. Hanımefendi, “Nasıl olsa bir hamalın elbisesi” diye öylesine, bir oradan bir buradan geçirmişti iğneyi; sanki bir çuval ağzı diker gibi.
Elbiseyi eline alan adam kadına şöyle bir bakmış ve “Hanımefendi, siz benim kılık kıyafetime uyan değil; kendinize yakışan bir şekilde dikmeliydiniz sökükleri.” diyerek teessürünü ifade etmişti.
Zamanla kazanılan alışkanlıklar bir halata benzer. Halat küçük küçük iplikçiklerden oluşur. Bunlar tek tek örülür; sonunda koparılamayacak hale gelirler.
İşte, iyi davranışlar da bir bir edinilir ve bunların tek başına oldukları zaman kaybedilmesi kolaydır. Ancak hepsi bir araya gelince onları hiçbir şey etkileyemez. Müslüman, İslam’ın bütün güzelliklerini kendinde topladığı zaman, artık onun kaybetmesi söz konusu olmayacaktır.
İfadeler biraz abartılı gibi görünse bile şu "yargı"ya tamamen karşı olmak mümkün değildir: “İslam'ın güzelliklerini yaşayan bir hanımın, çöpçüye verdiği çöp poşeti, diğer insanların düğüne götürdüğü hediye paketi kadar güzel olmalıdır.” Zira, Müslüman her şeyiyle örnektir.

                                                                                                                              Temmuz 2003

17 Eylül 2014 Çarşamba

Ya Güneş Yüz Yılda Bir Doğsaydı!?



2000 yılında aslını İngilizce olarak kaleme aldığım bir hikayeyi Ailem dergisi için biraz geliştirerek Türkçeye çevirmiştim:




      Çok heyecanlıydı o gün. Yerinde duramıyordu. Şirin kasabaları artık dünyaca meşhur olacaktı. Bütün televizyonlar bir aydır kasabalarından bahsediyordu. Çünkü televizyonların, “bugün yaşanacak” dedikleri güneş tutulmasının tüm dünyada en iyi kasabalarından gözetlenebilecek olmasıydı. Hava da pırıl pırıldı.
Günler öncesinden hazırlanmış ve en iyi görebileceği yeri seçmişti. Bir camı “is”e tutmuş ve güneşe bakabilecek hale getirmiş; sonra ona da kanaat etmeyerek, son zamanlarda kasabaya gelen, güneşe bakmak için özel yapılmış gözlüklerden almıştı.
Bu, yüzyılın görebileceği en harika olayıydı. Zaten kasabanın küçük oteli ve çevre kasabaların otelleri de dolmuş ve bazı aileler yurtdışından gelen yabancı misafirlere misafirperverliklerini gösterme ve onlarla ilgilenme fırsatı da bulmuşlardı. Kasaba son bir haftadır cıvıl cıvıldı. Sanki bu musikiye küçük çocukların yanında hayvanlar da katılmışlardı.
Kuzular meleşiyor; köyün sevimli küçük köpekleri heyecan içinde bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı.
Sabah erken kalkmış ve günler öncesinden tespit ettiği yere kendisinden önce kimse gelmesin giye erkenden gitmeye karar vermişti. Hazırladığı bütün aletleri aldı. Hatta amcasından ödünç istediği fotoğraf makinesini de bir yedek film ve birkaç pille yanına almayı unutmadı.
Büyük bir heyecanla yola koyuldu. Daha birkaç adım atmamıştı ki, bütün kasabanın çok iyi tanıyıp bazılarının “veli” bazılarının da “evliya gibi adam” dediği Kemal dedeyle karşılaştı. Kemal dedenin kasabada herhangi bir kimseye bağırması bir yana, yüksek sesle bile konuştuğunu gören olmamıştı. O herkesin Kemal dedesiydi. Gerek yaşı gerekse tavırlarıyla tam kemâle ermiş bir adamdı.
Nedense Kemal dede sakin görünüyordu. Hâlbuki birazdan kasabaları, belki bir daha göremeyeceği bir şeye şahit olacaktı. Günler öncesinden naklen yayın araçları gelmişti.
Kemal dedeye takılmak için sordu:
- Sen ilgilenmiyor musun?” Sonra da anlattı bütün olacakları. Kemal dede:
- Hımm! dedi. Demek bundanmış bütün hareketlilik bunca zamandır. Ve sanki ders verir gibi devam etti:
- Evladım ilgilenmiyor musun? dedin ya. Bu gördüğün Allah teâlânın kâinata yerleştirdiği bir “kanunu” ve aynı zamanda bir “sanatı”dır. Aslında ilginçtir de. Ancak ben, bundan daha dikkat çekicisini kırk yıldır, her sabah seyrediyorum.
Sözün burasında şaşırma sırası kendisine gelmişti. Heyecanla ve kekeleyerek sordu:
- Neymiş ki o?
- Şaşırdın, değil mi? dedi Kemal dede. Şaşırmakta haklısın. Sen de diğer insanlar gibisin. Önlerindeki kocaman kâinatı, bütün incelikleri ile göremeyince, -gerçekten enteresan olsa bile- bir arının kendindeki mucizeyi görmeyip, peteğe yazdığı Allah lafzına takılıp kalabiliyorlar.
Ben kırk yıldır neredeyse her sabah, namazımı kıldıktan sonra, yanıma atıştıracak bir şeyler de alarak karşı tepelere çıkar ve Allah’ın harika bir sanatı olan “güneşin doğuşu”nu seyrederim. Bazen, sanki bu gafil insanların gafletini atmak için “bir gün olsun doğmayayım” dercesine bulutların arkasına saklanarak olsa da her gün dünyamızı aydınlatan o muhteşem sanatı seyrederim.
- Düşün! Şayet Güneş 100 yılda bir doğsaydı.! Hayal edebiliyor musun insanlar neler yapardı, onu seyretmek için neler? Günler öncesinden tepelere çıkar, benim her sabah zevkle seyrettiğim o sahneyi görebilmek için birçok tertibat alırlardı. Sadece bununla sınırlı değil insanın gafleti.
- Bir de şunu düşün.. Erik ağaçları 40 senede bir çiçek açsaydı..!
- Kirazların yeniden meyve vermesi için bir asır beklememiz gerekseydi..! Ne hoş olurdu insanların şu anda ülfet dolayısıyla farkına varmadıkları bu güzelliklere koşmasını seyretmek.
Dersini almıştı. Bugün, Allah’ın büyük bir sanatını, “güneş tutulması”nı seyrettikten sonra, diğer günlerde farkına varamadığı sanatları daha bir dikkatli temaşa edecekti…
17 Aralık 2002