Tarihî hâdiseler aynıyla değil, misliyle
tekerrür eder. Tarihin bir döneminde yaşanmış bir olay; zamanın gereği olarak
şahıs ve elbise değiştirerek yeniden insanlığın karşısına çıkar.
Yaşanan hemen her hadisenin benzeri geçmişte bir
şekilde yaşanmıştır, önemli olan bunları bilip gerekli dersi alabilmektir. Bu
yönüyle “Peygamber asrı” da biz Müslümanlar için hayat ve tavırlarımızı düzene
koymak adına önemli bir örnektir. Asr-ı Saadet’te cereyan eden hâdiseler mikro
plânda, kıyamete kadar gelecek hâdiseler için bir ölçü birimi ve boy aynasıdır.
Bu bakış açısından Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem) ve yakın çevresini
bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan “İfk hâdisesi”ni değerlendirmemiz
yerinde olacaktır.
İfk Hâdisesi
Allah Resûlü, hicretin 5. yılı Şaban ayında
Mustalıkoğulları’nın Medine’ye saldırma planı içinde olduklarını haber almış;
problemi daha büyümeden çözmek için bir sefer düzenlemişti. Yolun uzak olmaması
ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere
çok sayıda münafık katılmıştı.
Seferde pek çok fırsatı kendi emelleri adına kullanan
münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl son olarak da müminlerin annesi
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hakkında haysiyetsiz bir iftira ortaya atmıştı ki,
burada asıl hedefi onun üzerinden İslam Peygamberi’ni karalamaktı.
Nur Sûresi’nin 11-20. ayetlerinin nüzulüne sebep olan,
İslam tarihinde İfk (aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş
söz, yalan, iftira ve bühtan) hâdisesi olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan
dinleyelim.
Müminlerin annesi Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor:
Sefer dönüşü Medine’ye yakın bir yerde konaklamıştık.
O sırada ihtiyaç sebebiyle ben biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken
gerdanlığımı düşürdüğümü fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama
yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.
Özellikle kadınların rahat yolculuk yapmaları için
devenin üzerine bağlanan “hevdec” denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum.
Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde olmadığımı
fark etmemişler. Ben de “aramak için geri dönerler” diye oracıkta beklemeye
karar verdim. Bu arada uyumuşum.
Bu tür seferlerde, Safvan İbn-i Muattal (r.a)
kafileden kalan şeylere bakması için “artçı” bırakılırdı. Safvan gelip beni bu
halde görünce “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” demiş ve ben de bu ses
üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan’ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi
işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü ve yola devam ettik. Öğleye
doğru konakladıkları yerde kâfileye yetiştik. Bu gecikme başlangıçta bir
problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl’ün köpürtmesiyle
büyüyüp fitne halini almıştı.
Medine’ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da
eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği
ilgiyi Resul-i Ekrem’den (sas) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu
ama bir şeyler de hissediyordum.
Her neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse’nin annesi ile
dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu
için, “Kahrolası Mıstah!” ifadeleri döküldü.
“Bedir’de bulunmuş birisi hakkında nasıl böyle bir şey
dersin?” diye ikaz edince,
-Haberin yok mu? dedi ve süreci anlattı. Ağlayarak eve
döndüm; hastalığım daha da artmıştı. Resûl-i Ekrem gelince müsaade alıp
babaevine gittim; anneme sordum:
-Anneciğim, bu insanlar neler söylüyor?
Annem beni teselli ederken babam geldi ve olayı yeni
duyduğumu öğrendi. Hep beraber ağlamaya başladık…
Bir müddet sonra Allah Resûlü geldi. Selam verip
yanıma oturdu. Beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:
-Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum
mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden
uzak isen; zaten Allah temize çıkarır. Eğer insanlık icabı günaha düştüysen;
Allah’a tövbe istiğfar et. Kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.
Allah Resûlü sözlerini bitirince benim gözyaşlarım
boşaldı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim ama neticede söz bana
kaldı. Gerçi konuşabilecek durumda değildim ama şunları söylemeden de edemedim:
-Vallahi görüyorum ki, hakkımda bir dedikodu duymuş ve
inanmışsınız. Şimdi ben size “Ben böyle bir şey yapmadım” desem bana
inanmayacaksınız. Allah gerçeği bildiği halde bir “itiraf”ta bulunsam inanıp
tasdik edeceksiniz. Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz.
Yusuf’un babasının dediği gibi -hüzünden Hz. Yakub’un adını hatırlayamamıştım-
diyebilirim:
“Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce
sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah’tan başka
yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!” (Yusuf Sûresi, 18) Bunları
söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.
Efendimiz yerinden kalkmamıştı ki, vahiy geldi. Benim
hakkımda kıyamete kadar okunacak ayetler geleceğini tahmin edemezsem bile
kendimden emindim; ama annem-babam dedikodulardan etkilenmiş olabilirdi!
Efendimiz,
-”Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan
dedikodulardan temize çıkardı.” dedi. Annem, teşekkür etmemi söyleyince;
“Sadece Allah’a hamdederim; başka hiç kimseye minnetim yok!” dedim.
Nur Sûresi’nin 11. ayetinden itibaren benim
masumiyetimi bildiren 10 ayet indirilmişti.
Bu ayetler gelince Resûl-i Ekrem sahabe içerisinde
dillerine sahip olmayıp iftirayı yayan bazılarına “had cezası” uyguladı.
Allah Resûlü ifk hâdisesi dışında kendisine yapılan
hakaret ve ezalara karşı bir nevi hazırlıklıydı. İfk hâdisesi ansızın olmuş,
içerden gelmiş ve bir anda münafıkların yaymasıyla Medine’de hava değişmişti.
Bu şayia ahlaki değerleri insanlığa sunan Peygamberimiz’i en hassas yerinden
vuruyor, kendi değerleri noktasında şaibe altında bırakmaya çalışıyordu.
İfk hâdisesiyle ilgili ayetler gelmeden önce Allah
Resûlü (s.a.s) bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil
olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı pek çok sahabî ile istişare
etmiş ve herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti.
İfk hâdisesi üzerine gelen ayetler…
Detayları tefsirlere bırakarak şimdi bu ayetlerin
bazılarını kısaca görelim.
“O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir
gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin
için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah
nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan
şahsa olacaktır.” (Nur, 11)
Bu olay vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel
bazı prensipler net bir şekilde gösterilmiştir. Örnek olarak,
1.Beraet-i zimmet asıldır. Suçu sabit oluncaya kadar
herkes masumdur.
2.İddia eden ispatla yükümlüdür.
Cenab-ı Hak, müminlere neticesi itibarıyla ağır ve
sorumluluk gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini
göstermiştir. Müslüman hüsnüzan eder, sarih delil yoksa kimseyi suçlamaz,
suçlayanı dinlemez ve hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.
“Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir
işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan
besleyip; ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz
gerekmez miydi?” (Nur, 12)
Bu dedikodu Medine’de yayılınca, tam mümince bir duruş
gösteren Ebû Eyyûb el-Ensari, eşine; “Allah için söyle, böyle bir şeyi sen
yapar mısın?” diye sordu. “Asla!” cevabını alınca da ekledi:
“Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır! O da yapmaz.”
Allah, İstanbul’un aziz misafirinin tavrını, benzeri
iftira kampanyaları karşısında Müslümanlara, nasıl davranacaklarını gösterme
adına ayetle sabitleştiriyordu. Evet, Müslüman zahirde gördüğü, bildiği
şeylerin aksine delilsiz iddialar duyduğunda hiç duraksamadan “bu apaçık bir
iftiradır” demelidir.
Nur Sûresi 13. ayeti, şahitsiz, delilsiz
sözleri/iddiaları ortaya atanların müfteri olduğunu ve Allah katında “yalancı”
olarak kaydedildiklerini, bunlara ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini beyan
eder.
15. ayette bir müminin iffetine dokunacak sözlerin,
mümin ağızlardan basitçe çıkmaması gerektiği bildirilir.
“Eğer mümin iseniz, Allah böylesi bir şeyi
tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor!” (Nur, 17)
Tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya
maruz kalan müminleri de Allah koruma altına alıyor. Benzer şekilde delilsiz
iddialarla karşılaşıldığı zaman, müminler bunun büyük bir olay olduğunu bilmeli
ve bunu dilleriyle rahat rahat yaymamalıdırlar.
Bu ve benzer ayetleri incelediğimizde görüyoruz ki,
Kur’an, münferid/tekil olaylardan bahsederek bunlardan genel ve evrensel
prensipler çıkardığı gibi, şahısların her dönemde geçerli olan “vasıf” ve
karakterlerine dikkat çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek
alınması/sakınılması gereken “prototip”ler olarak ele alır.
Kur’an’da müminleri sakındırmak için yapılan kâfir ve
münafık “tipoloji”si gerçekten dikkat çekicidir.
23 Ağustos 2014 Zaman Gazetesi