25 Aralık 2017 Pazartesi

Çizmeyi aşıyorsunuz...!

 Sanatına güvenen büyük bir ressam, şehrin meydanında bir resim sergisi açmış. Resimleriyle alakalı her türlü eleştiriye açık olduğunu, zaten eskiden beri her zaman söylüyormuş.
Uzun süre açık kalan sergiye gelenlerden biri, gerçek insan boyuna yakın bir şövalye tablosunun karşısında durup uzun bir süre dikkatli bir şekilde tabloyu incelemiş. Hareketlerinden tabloda kusurlar bulduğu belli oluyormuş. Sergi sahibi ressam yaklaşmış ve sormuş:
- Bu tabloyu çok incelediniz, başında çok takıldınız. Nasıl buldunuz bu çalışmayı?
- Çalışmanız genel olarak güzel, fakat bazı hatalarınız var!
Duyduklarına şaşıran ressam, adamı tanımak istemiş. Kendini tanıtan adam, tabloda yanlış bulduğu yerleri heyecanla anlatmaya başlamış:
- Efendim, bendeniz kir kundura ustasıyım. Kundura, çizme, bot ve benzeri şeyler yaparım. Şimdi.. resminizdeki bu şövalyenin çizmesinin topuğu biraz dışa doğru kaymış; o zaman şövalye ayakta rahat duramaz. Ayrıca çizmenin üst tarafındaki kıvrımlar da belirgin değil. Bir de ipler çok dengesiz duruyor…

Ressam bakmış ve bu ayakkabı ustası adama hak vermiş, eline fırçayı alıp özenle adamın dediği şekilde tablosunu düzeltmiş. Aynı adam eleştirilerine devam etmeye başlamış:
- Şövalyenin gömleğinin kıvrımları ters duruyor… Kılıcı da biraz kısa olmuş…
Adam eleştirilerine sıralamaya devam edecekmiş ki, usta ressam sözünü kesmiş:
- Bak dostum! Dikkat et, çizmeyi aşıyorsun...!
Sen bir kundura ustasısın; seni dinledim, söylediklerini dikkate aldım, şövalyenin çizmesini düzelttim; ama şimdi sınırlarını dikkate al ve çizmeyi aşma...!     


19 Aralık 2017 Salı

HAİNLERİN AVUKATI OLMA...! (2)

Nisa 105. Âyetin Anlattığı Karakter

Medine’de bir hırsızlık olmuş, suç masum bir Yahudi’ye atılmış. Zahirî delillere göre Efendimiz, Yahudi’ye ceza verme durumuyla karşı karşıya kalmıştı...

Allah, Peygamberini uyurarak bir Yahudi’ye haksız yere ceza verilmesini engellemiştir.


Bir münafık prototipi: Tu’me b. Ubeyrık
Tu’me, Ubeyrık oğulları biye bilinen bir kabilenin dili uzun, kafası fenalığa çalışan tavır ve davranışlarında şımarık bir üyesi idi. Çevresinde Müslüman olarak tanınıyordu. Hatta, yakın çevresi onun iyi bir Müslüman olduğu konusunda başkalarını ikna edebilecek kabiliyete sahipti. Kendisi de Müslüman görünmesine rağmen, Tu’me Müslümanlara asılsız, iğneleyici söz ve şiirlerle saldırıyor ve başına bela gelmesin diye kendi uydurduğu şiirleri dönemin bilinen şairlerine atıfla seslendiriyordu.
Artık o kadar tanınır hale gelmişti ki, sahabîler, Tu’me’nin ortaya attığı bu tür şiirler karşısında, “Boşuna başkasına nispet etmesin, böyle boş ve anlamsız şiirleri ancak bu habis söyler!” demekten kendilerini alamıyorlardı.
Nifakta ortak hareket edip çok ileri giden bu aile ciddi seviyede fakir idi. Bu fakirlik, ta Müslüman olmadan önceki günlere dayanıyordu. O dönemde bu tür fakirlerin yiyecekleri herkesin rahatça bulacakları arpa ve hurma idi. Zaman zaman Medine’ye Şam’dan beyaz un getiren kervanlar gelir ve zenginler beyaz un alır, ekmek yaptırarak yerlerdi.
Bundan sonrasını Katâde b. Nu’man’dan (r.a.) dinleyelim:
Yine bir gün Şam’dan bir kervan gelmiş, beyaz un getirmişti. Amcam Rifâa b. Zeyd bir çuval beyaz un satın almış ve içinde iki zırhı, iki kılıcı ve diğer eşyalarının da bulunduğu bir odaya koymuştu. Fakat o gece bir şeyler olmuş; odanın duvarında bir delik açılarak içeri girilmiş, silâhlar ve un çalınmış...
Sabahleyin amcam Rifâa beni çağırdı, gittim ve bana şunları söyledi:
Ey kardeşimin oğlu, biliyor musun bu gece evimize hırsız girmiş, kilerimizin duvarını delmiş, silâh ve yiyeceğimizi alıp götürmüş. Kendi çapımızda bir araştırma yaptık; çevreden duyduğumuza göre gece Ubeyrık oğullarının evinde ışıklar hep yanıyormuş ve bize ait bazı malzeme ve yiyecekleri de onlarda görenler olmuş. Bastırıp sorgulayınca Ubeyrık oğulları suçu, Medine’de herkesin doğruluğu ve güzel ahlâkı ile tanıdığı Lebîd ibn Şehr’in üzerine atmışlar.”
Lebîd, kendisine atılan iftirayı duyunca kılıcını çektiği gibi Ubeyrık oğulları mahallesine vardı ve:
Ben mi hırsızlık yapmışım? Allah’a yemin ederim ki ya bu hırsızlığı kimin yaptığını ortaya çıkarır, söylersiniz, ya da hepinizi şu kılıcımla doğrarım.” diye meydan okudu. Durum hiç de kolay değildi. Ortamı biraz yumuşatmak gerekiyordu. Tu’me ve çevresi,
Bize bulaşma, bizden uzak dur. Seni tanıyoruz; sen bunu yapacak bir insan değilsin. Bir yanlış anlaşılma oldu herhalde!” diye onu sakinleştirdiler.
İşler iyice karışınca, amcam bana;
Ey kardeşimin oğlu, Allah’ın Resûlü’ne (aleyhisselam) gitsen de, durumu bir de ona anlatsan. Bizim bu sıkıntımıza bir çözüm bulsa!” dedi.
Allah Resûlü’ne (as) geldim, durumu detaylıca anlattım ve:
Ey Allah’ın elçisi, komşumuz yaramaz bir aile var, gece duvarını delerek amcam Rifâa’nın evine girmişler. Kilerinden silahını, değerli eşyalarını ve yiyeceklerini çalmışlar. Çok şükür, aldıkları yiyeceğe ihtiyacımız yok ama hiç olmazsa amcamın silâhlarını ve şahsi eşyalarını iade etseler.” dedim. Peygamber Efendimiz (as):
Bu konuyu takip edip araştıracağım.” buyurdu.
Ubeyrık oğulları benim Hz. Peygamber’e (aleyhisselam) gittiğimi ve durumu anlattığımı haber alınca kendi aralarında oturup konuşmuşlar. Sonunda ailenin ileri gelenleri Resûl-i Ekrem’e gelmiş ve yeminler ederek benim aleyhimde, yalan söylediğime dair şahitlik yaparak;
Ey Allah’ın elçisi, Katâde b. Nu’mân ve amcası bizden Müslüman ve doğruluk sahibi bir aileye, ellerinde bir delil ve ispat olmaksızın hırsızlık iftirasında bulunuyor.” demişler. Bunu duyunca tekrar Resûl-i Ekrem’e geldim. Bana karşı ciddi tavır aldı,
Müslümanlığı ve doğruluğu yeminle teyit edilen bir aileye delilsiz, ispatsız hırsızlık ithamında bulundun.” buyurdu.
Kalbimden vurulmuşa dönmüştüm. Sanki dünya başıma yıkılmıştı. Hatta kendi kendime; “keşke malımın önemli bir kısmı amcama verip zararını ben karşılasaydım, malım gitseydi de bu meseleyi Resûlullah’la hiç konuşmamış olsaydım.” diye temenni etmeye başlamıştım. Zira yalancı pozisyonuna düşürülmüştüm. Amcam Rifâa’ya vardım,
Ne yaptın ey kardeşim oğlu?” diye sordu. Büyük bir üzüntü ile Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi vesellem) bana söylediklerini naklettim. O da çaresiz bir şekilde;
Allah’tan başka yardım istenecek kimsemiz kalmadı. Bize sadece Allah yardım edebilir.” dedi.
Katâde b. Nu’man olayı anlatmaya devam eder: Biz olayı iyice sorduk-soruşturduk, farklı şahit ve delillere de baktık. Neticede bu işi Ubeyrık oğullarının yaptığından hiç şüphemiz kalmamıştı. Ama onlar da boş durmamış, Tu’me un çuvalının içindeki zırhı, çuvalıyla beraber Yahudilerden Zeyd b. Semîn adında bir adama “emanet” olarak bırakmıştı. Dolayısıyla çalınan zırh Tu’me’nin evinde aranmış ama bulunamamıştı. Tu’me bununla da yetinmemiş ve;
Vallahi ben almadım ve onun hakkında bildiğim bir şey de yok.” diye yemin etmişti. Şahitler;
Hayır, zırhı o çalmış olmalı. Gece karanlıkta bu taraflara geldiğini görmüştük. Zaten un izleri de onun evine ulaşıyor.” dediler. Bu karmaşık durum aralarında adaletle hükmetmesi için Peygamber Efendimiz’e getirildi.
Tu’me hırsızlık suçlamasını reddedince Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselam), ona yemin teklif etti. O da zırhı kendisinin çalmadığına dair bir de Resûl-i Ekrem’in yanında yemin etti. Hatta yalancı yemininde ona sahip çıkan akraba ve arkadaşları da vardı, onlar da aynı şeyi söylüyordu. Tu’me konusunda bütün şahitler(!) suçsuz olduğu konusunda söz birliği etmişti.
Tu’me cezadan kurtulmuştu, ama zırh hala ortada yoktu. Dikkatle izleri takip edenler un izlerinin bir Yahudi’nin, Zeyd b. Semîn’in evine ulaştığını gördüler.
Yahudi’yi tutup aralarında hüküm vermesi için Resûl-i Ekrem’e getirdiler. Yahudi kendini savundu:
Ben zırh falan çalmadım. Bu zırhı bana Tu’me b. Ubeyrık emanet olarak getirmişti.”
Olaya şahit olan başka Yahudiler de vardı. Onlar da Zeyd b. Semîn lehinde şahitlik yaptılar.
Ortada bir suç ve iki şüpheli vardı.
Bir: Bütün zahiri delillerin kendisini suçlu gösterdiği Yahudi Zeyd b. Semin…
İki: Bazı suç alametleri olsa bile, yeminle suçlu olmadığını iddia eden Müslüman(!) Tu’me ve onun hakkında yeminlerle destekli iyi şehadette bulunan akraba ve arkadaşları…
Bu durumda Tu’me’nin arkadaşları ve ayrıca kabilesi Zafer oğulları “Gelin, Allah Resûlü’ne gidelim.” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu’me’nin durumunu konuştular. Onlara göre Tu’me’nin suçlu olması mümkün değildi. Bir kere Tu’me “müslüman”dı. Bu kadar da şahidi vardı. Karşıdaki ise Müslümanların düşmanı(!) bir Yahudi idi. En kolayı “dini kullanmak”, “dinî duyguları istismar ederek” kendi arkadaşlarını temize çıkarmaktı. Bu yüzden Zeyd b. Semîn’in Yahudiliğine vurgu yaptılar ve şöyle dediler:
Eğer bu hırsızlığı Yahudi’nin yaptığını ilân ederek onu cezalandırmazsan, bir Yahudi’ye karşı iyi bir müslüman olan arkadaşımız ceza alacak, rezil rüsvay olacak. Yahudi de suçsuz, temiz çıkacak.” dediler.
Deliller, şahitler ve bu kadar kişinin yemine bakınca her şey Yahudi’yi gösteriyordu. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselam) henüz kararını vermemişti, ama zahire göre Müslüman haklı, Yahudi haksız görünüyordu. Yanlış bir hüküm verme ihtimali çok yüksekti.
Olay üzerinden çok fazla zaman geçmeden Nisa sûresinin 105. ve devamındaki ayetler indirildi.
Kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allah’ın indirdiği âyette şöyle deniyordu:
إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللهُ وَلاَ تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا
İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için, Biz sana kitabı gerçeği açıklayan, hakkın tâ kendisi olarak indirdik. Sakın hainlerin avukatı olma! (Nisa sûresi, 105)

Allah Kur’ân’da haksız bir Müslümana karşı suçsuz bir Yahudinin hakkına sahip çıkıyor, onu destekliyor; Müslümanın zahiri deliline, daha doğrusu kolektif yalanlara kanmaması gerektiğini, Resûlü’ne ikaz ediyordu. Evet, bir Müslümana haksızlık yapılamayacağı gibi, ister Yahudi, ister Hıristiyan olsun herhangi bir insana zulüm ve haksızlık yapılamaz. Zira, zulüm ve haksızlık zatında yanlış, hiçbir şekilde normal görülmesi mümkün olmayan bir davranıştır.

Netice

Kur’ân’dan bu âyetler nazil olunca saklanacak bir şey kalmamış ve çalınan silâh ve eşyalar Allah Resûlü’ne (aleyhisselam) getirilmişti. Neticede Allah, kendisine sığınana yardım etmiş, Rifâa’nın çalınan eşyaları kendisine iade edilmişti.
Tu’me’ye gelince, yaptıkları ayan beyan bilinip nifak kimliği ortaya çıkınca Medine’den kaçıp Mekke’deki müşriklerin arasına karıştı. Mekke’de Sülâfe adlı bir kadının evine misafir oldu. Hassan b. Sâbit çok acı bir şiirle bu durumu hicvedince Sülâfe, Tu’me’nin eşyalarını çıkarıp çöle atarak onu yanından kovmuş ve şöyle demişti:
Bana hiçbir hayrın olmadığı gibi üstüne üstlük bir de dili çok keskin Hassan’ın beni hicveden şiirini bana hediye(!) bıraktın...”

Tu’me alıştığı hayattan vazgeçemedi; Mekke’de hırsızlık yaptı. Oradan da kovuldu. Yolda bir grup Huzâalıya rastlamıştı. Beraber yolculuk yaptığı bu insanlar Tu’me’nin kendi mallarından da çaldığını farkedince peşine düşmüşler; arkasından taş atarak onu öldürmüşler; su testisi su yolunda kırılmıştır. (Devamı: Tu’me olayı özelinde gelen genel hüküm ve prensipler)

18 Aralık 2017 Pazartesi

Hayırlı bir ömür yaşama imkânı bulduğun yere...

Bir hadis konusunda araştırma yaparken internette bir soru/fetva ile karşılaştım. İslam dünyasının acı durumunu gözler önüne seren bu soru/fetvayı tercüme ederek paylaşmak istedim ki, hem benzer soru/sorunları olanlara cevap olsun, hem de Müslümanlar olarak durumumuzu görelim...

Soru: Arap dünyasında hükümetler tarafından yapılan zulümler günden güne yoğunlaşarak devam etmektedir. Bu zulümler karşısında bir Müslümanın, nüfusun çoğu gayrimüslim olan fakat vatandaşları arasında adaletin bulunduğu başka bir ülkeye göç etmesi caiz olur mu?
Cevap:
Dini hayatına taalluk etmeyen basit zulümler veya küçük haksızlıklar sebebiyle bir Müslümanın ülkesini terk etmemesi asıldır. Fakat bir insan, Müslüman bir ülke bile olsa, kendi ülkesinde kaldığında, canına kastedileceğinden veya dini özgürlüklerinin elinden alınacağından veya malının gasp edileceğinden endişe ederse, gayrimüslim bir ülke bile olsa başka bir yere gidebilir. Tabii gideceği ülkede dinini yaşayabileceği bir ortamın olması gerekir. Bu konuda İbn-i Hibban’ın “Sahih”inde bir hadis vardır: Füdeyk (r.a.) hadisi…

Füdeyk (Ebu Beşir ez-Zebîdî) (r.a.) Müslüman olmuştu. Kendi halkından ayrılıp hicret etmek istedi. Kavmi, kendileri Müslüman olmasalar bile yanlarında kalıp ayrılmamasını talep ettiler. Bu taleplerini, “dini konularda kendisine sataşmama” sözü vererek pekiştirdiler.
Gayrimüslimler arasında yaşamanın uygun olmayacağını düşünen Füdeyk (r.a.) bir müddet sonra onların yanından kaçtı. Allah Resûlü’ne gelerek:
Ey Allah’ın Resulü! Bazı insanlar, hicret etmeyen kimsenin helak edileceğini, helake layık olduğunu iddia ediyorlar. Ne buyurursunuz?” diye sordu. Efendimiz (İbn-i Hibban’ın rivayetine göre) şu cevabı verdi:

“Ey Füdeyk! Namazını kıl, zekâtı ver, kötülüklerden kaçın/hicret et, sonra dilediğin gibi, dilediğin yerde otur!” Hatta hadisi rivayet eden şahısta; Resûl-i Ekrem’in (aleyhisselam), “Bunları yaparsan muhacirlerden sayılırsın” dediği kanaati hasıl olmuştur.
Bu hadise göre Allah Resûlü’nün kullandığı ifadelere tam olarak dikkat etmemiz gerekir. Peygamber Efendimiz, Füdeyk’e, “Namazı tastamam kıl!” buyuruyor. Kim gayrimüslim bir ülkede yaşamak istiyorsa, bu hadisi hayatına düstur yapmalıdır.
Namazı kıl!
Kötülükleri terket!
Fuhşiyata dalma!
Haram olan içkilerden uzak dur!
Kavminin diyarında istediğin gibi kal!
İbn-i Hibban’ın rivayet ettiği bu hadis sahihtir. Zira ravileri “sika”dır, hadis konusunda kendilerine güvenilebilir.
Bu konuda İmam Ahmed b. Hanbel, Müsned’de bir hadis rivayet eder:
Yeryüzündeki bütün beldeler Allah’ın beldeleri, bütün insanlar da Allah’ın kullarıdır. Buna göre, her nerede hayırlı bir ömür yaşama imkânı bulabiliyorsan; oraya yerleş, orada ikâmet et(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/166)
Bu hadis, dini yaşama konusunda problem yaşanmayan gayrimüslim ülkelerde yaşayıp oralarda ikamet etme konusunda asıldır. Bazı nüanslardaki ihtilafları dikkate almazsak, Şafiîler, Hanbeliler ve Hanefiler gayrimüslim ülkede ikamet etmeyi uygun görürler. Malikiler ve Zahiriler gayrimüslim bir ülkede yaşamayı caiz görmezler. Bunların dayanağı başka hadislerdir. Bunlardan biri, sıhhati ve yorumu konusunda farklı görüşler olan Cerir b. Abdullah’tan (r.a.) rivayet edilen şu hadistir:
Ben, müşriklerle beraber yaşayan Müslümanlardan berîyim/uzağım. Müslümanlarla müşriklerin ateşleri birbirini görmesin; Müslümanlar, müşriklerle çok içiçe yaşamasın.” (Ebû Dâvud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 26)
Elhasıl, Arap ülkelerinde veya Müslüman memleketlerde zulme maruz kalan veya haksızlıklarla karşılaşan Müslümanların, dinlerini daha rahat yaşayabilecekleri gayrimüslim ülkelere gidip orada yaşamaları dini açıdan caizdir. Dini özgürce yaşama şartına, “çocuklarını İslami terbiye ile yetiştirme”yi ekleyebiliriz.
 السؤال :في كل يوم يشتد الظلم في العالم العربي من قبل الحكومات، فهل يجوز للمسلم أن يهاجر إلى بلد آخر يتوفر فيه العدل بين الناس؟ مع العلم بأن غالبية سكان هذا البلد من غير المسلمين.
الجواب :الأصل ألا يترك الإنسان بلداً إسلامياً، من أجل ظلم لا يتعلق بالدين، أو من أجل ظلم غير كبير جداً، لكن إذا كان الإنسان يخاف على نفسه أو دينه أو ماله؛ فلينتقل إلى بلد، ولو كان هذا البلد غير إسلامي، بشرط أن يكون قادراً على إقامة شعائر دينه، وبذلك ينطبق عليه الحديث الذي ذكره ابن حبان في صحيحه (4861) وهو حديث فديك –رضي الله عنه–
وكان قد أسلم، وأراد أن يهاجر فطلب منه قومه وهم كفار أن يبقى معهم، واشترطوا له أنهم لن يتعرضوا لدينه، ففر فديك بعد ذلك إلى النبي –صلى الله عليه وسلم– فقال:
يا رسول الله إنهم يزعمون أنه من لم يهاجر، هلَكَ .فقال النبي –عليه الصلاة والسلام– حسب الحديث الذي يرويه ابن حبان:
يا فديك أقم الصلاة، وآت الزكاة واهجر السوء، واسكن من أرض قومك حيث شئت، وظن الراوي أنه قال: تكن مهاجراً.
إذاً يجب أن نعي هذه الألفاظ كاملة: (أقم الصلاة)، فمن يريد أن يقيم في دار الكفر فعليه أن يجعل من هذا الحديث دستوراً لحياته.
أقم الصلاة واهجر السوء، اترك الأعمال السيئة، لا ترتكب الفواحش، ولا تشرب خمراً، وأقم من دار قومك حيث شئت، وحديث ابن حبان رجاله ثقات،
والحديث الذي يرويه الإمام أحمد في مسنده (1420) وفيه:
البلاد بلاد الله، والعباد عباد الله، وحيثما أصبت خيراً فأقم، فهذا الحديث أصل في الإقامة في بلاد الكفر لمن يستطيع أن يظهر شعائره، وبصفة عامة فإن ثلاثة من المذاهب تميل إلى جواز هذه الإقامة، وهي: الشافعية، والحنابلة والأحناف، مع خلاف داخل هذه المذاهب، أما مالك –رحمه الله تعالى– والظاهرية فهؤلاء لا يجيزون الإقامة في دار الكفر، ويعملون بأحاديث أخرى منها:
لا تراءى ناراهما، رواه أبو داود (2645)، والترمذي (1604)، والنسائي (4780) من حديث جرير بن عبد الله مع اختلاف في صحة هذه الأحاديث، وفي تأويلها أيضاً.
فحاصل الجواب: أنه إذا كان في بلاد العرب أو بلاد الإسلام يلقى عنتاً وظلماً فإنه يجوز له أن يقيم في ديار غير المسلمين، بشرط أن يكون قادراً على إقامة شعائره، ولعلنا أن نضيف شرطاً آخر، هو: أن يستطيع أن يربي أولاده تربية إسلامية.


14 Aralık 2017 Perşembe

Bir Âyet: HAİNLERİN AVUKATI OLMA..! (1)

Allah, bütün Müslümanları da kapsayacak şekilde, Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle hitap ediyor:
إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللهُ وَلاَ تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا
İnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmetmen için, Biz sana kitabı gerçeği açıklayan, hakkın tâ kendisi olarak indirdik. Sakın hainlerin avukatı olma! (Nisa sûresi, 105)
Allah Resûlü’nün Müslümanlar için her yönüyle kâmil bir lider, şehirdeki Yahudi ve müşrikler için de adil bir hakem olduğu Medine döneminde gelen bu ve benzeri âyetleri daha iyi anlamak ve Müslüman’ın “öteki”lere karşı yaklaşımının nasıl olması gerektiğini kavramak için bu âyetin geldiği ortamı tanımak lazım...

Nisa sûresi, 105. âyetin indiği ortam
Mekke halkı, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi vesellem) karşı çok katı bir tavır takınmış, özellikle zayıf Müslümanlara ağır işkenceler yapmaya başlamıştı. Mekke’de iyice bunalan Müslümanlar, Efendimiz’in işaretiyle gruplar halinde önce Habeşistan’a, daha sonra da aynı şekilde Yesrib’e gitmeye başlamışlardı. Mekke yeni tebliğe kapalı olduğunu açıkça gösterip bu dinin müntesiplerine zulümlerini artırınca Resûl-i Ekrem, yeni kapılar açmak, yeni gönüllere ulaşmak için önce Taif’e gitmiş ancak orada hüs-ü kabul görmemişti.
Medinelilerin samimi daveti Allah’ın emriyle birleşince İlahi bir işaretle Mekke’den hicret edip Medine’ye (önceki adı Yesrib olan şehir, hicretten sonra Medinetün-nebî’nin kısaltması olarak Medine olarak anılmaya başlanmıştır) geldiğinde toplumda kargaşa, kavga ve kaos hâkimdi. Hiçbir grup, diğerini kabullenemiyor, güçlüler zayıfları eziyor, zayıflar ise güçlenip başkalarını ezmek için fırsat kollayıp yollar arıyorlardı.
Efendimiz 622 yılında Medine’ye geldi. Medine’de Evs ve Hazreç gibi iki büyük kabilenin yanında sayıları daha az olan küçük kabileler de vardı. Ayrıca şehirde önemli bir grup olarak Yahudiler yaşıyordu. Üç ana gruba ayrılan Medine Yahudileri, şehirde hem ticarete, hem de sosyal hayata hâkim durumda idiler.
Allah Resûlü’nün Medine’de yaptırdığı ilk işlerden biri de nüfus sayımı idi. Bu sayıma göre, Medine’nin nüfusu 10 bin kişi kadar görünüyordu. Bunların 8500’ü, yarı yarıya olmak üzere müşrik ve Yahudi, 1500’ü ise ensar ve muhacir olmak üzere Müslümandı. Efendimiz, Medine’de kendisine iman edip destekleyen 1500 kişiyle “herkesin kendi konumunda kabul edildiği” farklı kültür ve dinler için örnek bir “birlikte yaşama” projesi olan “Medine vesikası/Medine sözleşmesi”ne öncülük etti. Devamlı birbirleriyle kavgalı olan bu farklı kabilelere, huzur ve barış içinde beraber yaşamanın mümkün olduğunu gösterdi.
Hicretin ilk günlerinde Medine’de Yahudiler, müşrikler ve Müslümanlar vardı. Yahudilerin sayısı çok değişmese bile, insanların bu yeni dine gönlü açılıp Müslüman olmaları sonucu müşriklerin sayısı günden güne azalıyordu. Özellikle Bedir savaşından sonra Müslümanların Medine’de tutunacakları, oradan sökülüp atılamayacakları netleşmeye başlayınca Müslüman olanların sayısı daha da artmaya başladı. Aslında güzel görünen bu gelişme yeni ve tehlikeli bir durum, farklı sosyal bir grup ortaya çıkarıyordu: Münafıklar.
Mekke müşrikleri Müslümanlığın kökünü kurutmak ve bu dini ve öncüsü Allah Resûlü’nü yok etmek için Bedir’de Müslümanlarla karşılaşmış ve sayı üstünlüklerine rağmen kesin bir yenilgi yaşamışlardı. Medine’de Bedir savaşının sonucunun Müslümanlar için hezimet olacağını umarak ellerini ovuşturanlar vardı. Ancak bütün ümitleri suya düşmüştü. Zira muzaffer olarak Medine’ye gelip Müslümanları Mekke’ye geri götüreceklerini düşündükleri Mekke müşrikleri, başları önde, elleri bağlı şekilde, esir olarak Medine’ye girmişlerdi.
Bedir, Müslümanların Medine’ye ve Hicaz’a bir daha sökülüp atılamayacak şekilde yerleşmelerinin ilk adımı olmuştu. Medine’deki müşriklerden bir kısmı, durumu değerlendirmiş ve kalblerinde iman olmadığı halde Allah Resûlü’ne gelerek, kendilerinin de artık hakikati gördüklerini, Müslüman olmaya karar verdiklerini beyan etmişlerdi. Bu beyan sadece dilde idi; içleri apayrı bir şey söylüyordu. Bu grup organize hareket ediyor, Müslümanlar aleyhine her fırsatı değerlendiriyor, fakat kendilerini ele vermiyorlardı. Müslümanlar, Medine’de maddi olarak güçlenmişti. Kalbleri ve niyetleri başka olduğu halde sırf bu güçten istifade etmek için, Müslüman görünen bu insanlara Kur’ân münafık vasfını uygun görmüştü. Münafık, ise inanmadığı halde kendisini inanmış gösteren kimse manasına geliyordu. Nifak kelimesi, tarla faresinden hareketle onların durumunu resmediyordu. Çünkü tarla faresi, bir tehlike anında kaçmak için yuvasına birden fazla çıkış noktası hazırlıyordu. Fare bu deliklerden birinden giriyor, kimseye fark ettirmeden diğerinden çıkıyordu. Münafıklar da bu şekilde dine girmiş görünüyorlardı.
Müslümanlar, Medine’de müşriklerden ve Yahudilerden gelebilecek her türlü oyun ve saldırıya karşı uyanık ve tetikte idi. Fakat yavaş yavaş büyüyen yeni bir grup olarak münafıklara karşı yapılabilecek çok bir şey görünmüyordu. Zira, Müslümanların arasında yaşıyor, namazda beraber bulunuyor, selam veriyor, yüzlerine gülüyorlardı. Her şeyiyle Müslüman gibi yaşıyor, hatta yapmacık bir şekilde Müslümanlıkta da üstün olduklarını göstermeye çalışıyorlardı. Fakat her topluluğun olduğu gibi münafıkların da ortak özellikleri vardı. Kur’an ve Allah Resûlü bu karakteristik özellikleri ortaya koyuyordu ki, insanlar hem kendileri bu vasıfları bilip nifaka girmekten/düşmekten korunsun, hem de nifak özellikleri taşıyan insanlara karşı tavır ve davranışlarını iyi ayarlasın, mesafelerini korusunlar.
Münafıklar, zaman zaman Medine’de kendilerini saklayarak olaylar çıkarıyorlar, Müslümanların moralini bozarak kuvve-i maneviyelerini sarsıyor, İslam düşmanlarını sevindiriyorlardı. Birbirlerini tanıdıklarından dolayı da içlerinden biri zor duruma düşerse onu korumaya alıyor, karşısındakine hayatı zehir etmeye çalışıyorlardı. Kendilerini temize çıkarmak için yalancı şahitler buluyor, yalandan yeminler ediyorlardı. İslam’ın ortaya koyduğu hiçbir değere inanmadıklarından bir ölçü ve prensipleri yoktu. İçlerinden biri sıkıntıya düşünce, onu kurtarmak için yalanlara başvuruyor, komplolar kuruyorlardı.

Medine’de özellikle Müslümanlar arasında meydana gelen olayları daha iyi anlamak için Medine’deki sosyal grupları ve toplumsal yapıyı iyi bilmek gerekir. Münafıklar hakkında bilgi sahibi olmadan Medine’den indirilen bazı ayetlerin hakkıyla anlaşılması mümkün değildir... (Devamı: Nisa sûresi, 105 ve sonrası âyetler kimin için indi?)

8 Aralık 2017 Cuma

Gecelerin sonu

Hira dergisinin 62. sayısında Mekkeli bir yazar/alimin şahit olduğu bir akşam sohbetini anlattığı yazı dikkatimi çekti.
Bu ilginç kıssayı tercümesi ile birlikte paylaşıyorum...



Dost meclisinde toplanmıştık. Arkadaşlardan biri ortaya bir soru attı:
-      Türkiye’de işler nereye gidiyor?
Biri cevap verdi:
-      Yeni bir şey yok.
-      Allah siyasetin belasını versin! dedi bir başkası.
Başka birisi
-      Türkiye’de ipler/işler karmakarışık hâle geldi; neler olduğunu da tam olarak bilmiyoruz.” diye ekledi.
Aralarından birinin, ortalığı “zafer tonundaki” kahkahası bozuncaya kadar bir süre sessizlik hâkim oldu odada. Kahkahadan sonra,
-      Hamdolsun işler daha da iyiye gidiyor.” dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
-      İstanbul'da dinî eğitim veren bir enstitüm vardı ve her sene yılbaşı gelirken binanın kirası uykularımı kaçırıyordu. Az değil, tamı tamına 40 bin lira ödüyordum. Geçen sene bu problem sona erdi. Birisi sordu:
-      Ne oldu? Nasıl çözüldü problemin?
-      Diyanet İşleri Başkanlığı, daha önceden yüksek bir meblağla kiralamış olduğumuz bina yerine, İstanbul'da çok güzel, tertemiz devâsâ bir binayı bize devretti, dedi ve ekledi:
-      Fethullah Gülen cemaatine ait bir bina.
Adam sanki kendini suçlu hissediyormuş da temize çıkmak istiyormuş gibi sözlerine açıklık getirdi:
Ha, bu konuda biz yalnız değiliz. Yüzlerce, ne yüzlercesi, binlerce ofis ve bina bu şekilde isteyenlere dağıtıldı.!
Bu arada herkesin kınayan gözlerle ona baktığını gördüm. Köşeden biri;
- Binayı sahiplerinin izni olmadan mı aldınız?
- Hayır, binaları sahibi olan “diyanet vakfı”ndan aldık. Bu arada birisi sözünü keserek:
- Bu binaları yapan “diyanet vakfı” mı? diye sordu ve ekledi. “Maksadım seni sıkıştırmak değil; benim tavrım günahlara karşı, günaha girilmesine dayanamıyorum ben.
Mecliste bir kere daha sessizlik hâkim oldu. Zira bu şahıs sıradan biri değil, üniversitede kelam/akâid/İslam inanç esasları veren bir hoca idi. Başka yerden doğmasını bekleyenler şaşırıp kalabilir ama güneş hep doğudan doğar. Gerçekler de böyledir, vakti gelince bir şekilde ortaya çıkar.
Tartışmanın bilimsel çerçevede devam etmesi ve ortaya konan argümanların ikna edici olması için sordum:
-      Bu enstitüde ne yapıyor, ne öğretiyorsunuz?
-      Bu Enstitü özellikle İslamî/dinî ilimleri öğretmek için tahsis edildi. Afrika’dan, Asya’dan, hatta Avrupa'dan bile öğrencilerimiz var.
Elimdekileri masanın üzerine bırakıp Enstitü sahibine sordum:
-      Sen ve öğrencileriniz o binada hiç namaz kıldınız mı? Soruma şaşırmıştı ama yine de cevap verdi:
-      Evet, tabii ki. Namaz kıldığımı bildiğin halde niçin böyle bir soru soruyorsun?
-      Madem öyle değerli kardeşim; Allah’a tövbe istiğfar edip bağışlanma talebinde bulunmanı tavsiye ediyorum sana. Senin ve o Enstitüdeki garibanların geçen yıldan beri orada kıldığınız namazların sevabını alamamanızdan korkarım/korkulur.
Bu sözüm üzerine odadaki herkeste bir şaşkınlık oldu ve odadakilerin çoğu, ellerindeki ara sıra baktıkları akıllı telefonları bıraktı, dikkatle takip etmeye başladı. Ben şöyle devam ettim:
-      Gasp, Allah’ın Kitabı, Resûlü’nün Sünneti ve İslam âlimlerinin icmaı/fikir birliğiyle haramdır. Bu senin yaptığın mallarını terk etmeye zorlanan kardeşlerine zulümdür/haksızlıktır. Bu yolla onların malını almak, hiçbir şekilde caiz olması mümkün olmayan gasptır. Aldığın şey, menkul olsun, gayrimenkul olsun, fark etmez. Hatta âlimlerimiz, gaspın sadece şiddet kullanarak zorla alınan mallarda olmayacağını, mahkemeyi yanıltarak ve yalan yere yemin ederek haksız bir şekilde elde edilen malların da gasp kapsamına girdiğini beyan ediyorlar.
Sözümü keserek;
Burada durum biraz farklı. Bize verilen bina bir şahsa ait değil, vakıf binası!” dedi.
Ya! Öyle mi? Bu daha ağır bir cürüm. Bahsettiğin bina, sahiplerinden gasp edilmiş. Eğer gaspedilmiş bina vakfa ait ise günahı daha da artar, ağırlaşır. Sen de iyi bilirsin ki, “gasp edilmiş bir ev cehennem ateşinden bir parçadır.” Gasp edilmiş bir evde kılınan namaz âlimlerin icmaı ile sahih olmaz. Böyle bir binada elde edilen ilimden de bereket beklenmez. Oradaki dua ve ibadet de makbul değildir. Gasp edilen böyle bir binada kılınan namazın sahih olduğunu söyleyenler de var ama onların maksadı, gasp edilen yerde namaz kılan kişiden, farz yükümlülüğünün düşmesidir. Bu da kerahetle sahih kabul edilir. Bu namazdan bir sevap beklenmez. Bu gaspı yapan hem dünyada hem de ahirette ceza ile karşı karşıyadır. Gasp edilen şeyin değeri nisap miktarına ulaşmayacak kadar az bile olsa, bütün İslam âlimlerinin ittifakıyla, gasp haramdır. Bir de milyonlarca lira harcanarak yapılan o güzelim binaları düşün.! Onun cürmü/cezası nasıl olur?
Bu ağır ikazım üzerine kendince bir gerekçe bulmaya çalıştı:
-      Evet, dediğim gibi bu binalar vakıftı ve yönetimi vakıflardan sorumlu kurumlara bırakıldı. Bunlar darbeye giriştiler; bu da karşılığı, şimdi cezasını çekiyorlar.
Cevabına bir tebessümle karşılık vererek öfkesini yumuşatmaya çalıştım. Sonra da:
-      Ben burada siyaset konuşmuyorum; konumuz siyaset değil. Orada ne olup bittiğini şu anda bir kenara bırakalım. Allah aralarında son hükmünü verecektir. Ben sana salt dini/şer’î ve ahlakî bir meseleden bahsediyorum. Evet, bu binalardan ancak, varını-yoğunu vererek ciddi bir gayretle onları hizmete vakfeden insanlardan, yani gerçek sahiplerinden izin alarak istifade edebilirsin; başka türlüsü caiz olmaz. Asıl sahipleri, kadın, erkek, çocuk.. hep beraber senelerce çalışıp ciddi miktarda para harcayarak bu binaları yaptılar. Bu uzun zaman zarfında da hem din adına, hem de kendi toplumları adına ciddi hizmetler gördüler.
Kendinden emin bir şekilde itiraz etti;
-      Fakat bu binalarda biz de hem dine, hem de Türk toplumuna hizmet ediyoruz.
Meclistekilerden biri keskin bir şekilde müdahale etti:
-      Haddini aşma, küstahlık yapma! Bu yaptığın apaçık haramdır. Bunu yapmaya hakkın yok.!
Duyduklarından çok etkilenen bir başkası sesini biraz da yükselterek:
-      Bunlar senin kardeşin, onlar da senin gibi müslüman. Pek çoğu hapiste, ülkelerinden ayrılmak zorunda kalmışlar. Bütün bunları bilmene rağmen söylediğin bu sözden utanmıyor musun?
Mecliste, sesler yükselmeye başladı. Durumu daha açık ve anlaşılır hale getirmek gerektiğine karar verip dedim ki:
-      Tamam, anlattığın gibi olsun. Ben, sana senin durumunu bir misalle açıklayayım: Adamın biri, bir camiye insanlar okusun diye güzel bir mushafı vakfetmiş. Sonra çekip gitmiş. Mescide yakın evlerden birinde oturan başka bir şahıs da gizlice o mushafı camiden alıp evine götürmüş. Gece-gündüz devamlı okumaya başlamış. Bir gün caminin imamı gelip ondan cami için vakfedilen mushafı geri istemiş. Adam mushafı vermediği gibi kendinden emin bir şekilde “Bu adam mushafı insanlar okusun diye vakfetti. Ben de o insanlardan biriyim. Ben ne zaman bu mushaftan okursam, bu vakıf sahibi de sevabını alacaktır.” diye yaptığı hırsızlığa kendince makul bir gerekçe bulmuş.
Şimdi bu durumda imamın yapacağı tek bir şey vardır. O da bu cahil adama “Allah’ın ancak helal ve temiz olan amelleri kabul edeceğini” anlatmaktır. Evet, yaptığı bu iş bir hırsızlık olarak onun boynuna yazılır ve bu sebeple okuduğu Kur’ân’dan bir hayır, bir sevap göremez.
Adam sesini iyice yükseltti ve
-      Sizi kaç defa söyledim. Bu konudaki tek kişi, tek örnek ben değilim. Türkiye’den ve Türkiye dışından yüzlerce... Hayır hayır, binlerce insan var benim gibi. Bizim resmi bir kurumumuz var. Bu kurum için binayı resmi makamlardan ve kurallarına uygun olarak aldık.” diye kendini savundu.
Dayanamayıp hemen cevabını verdim:
-      Nasıl böyle bir şey söylersin? Sen aklı başında bir âlimsin. İyi bilirsin ki, bir hâkimin veya mahkemenin verdiği karar/hüküm “helal”i “haram” yapmadığı gibi “haram”ı da “helal”e çevirmez. Bu işin meşru olduğuna karar verecek tek merci Allah’tır. Allah, Kur’an-ı Kerimde başkalarının hakkına girme konusunda bizi apaçık bir şekilde uyarıyor:
وَلاَ تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقًا مِنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالإِثْمِ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
Birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin. Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mallarınızın bir parçasını rüşvet olarak hâkimlere/yetkililere aktarmayın. (Bakara sûresi, 188)
Aynı şekilde Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselam) da neyin helal neyin haram olduğunu açıklamıştır. Hatta şüpheli durumları da bildirmiştir ki, bunlara dikkat etmek, dini korumak manasına gelir. Allah Resûlü, başkasını değil, biz Müslümanları Arafat’taki veda hutbesinde net bir şekilde uyarmıştır:
Bugünleriniz nasıl mukaddes/saygın/dokunulmaz günler, bu aylarınız nasıl mukaddes aylar ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, aynı şekilde canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, saygındır, dokunulmazdır; her türlü tecavüzden korunmuştur.
Allah Resûlü bir başka sahih hadislerinde de şöyle buyurur:
لَا يَحِلُّ مَالُ امْرِئٍ مُسْلِمٍ إلَّا بِطِيبِ نَفْسٍ مِنْهُ
Bir Müslümanın malı diğer Müslümana ancak gönül rızası ile helal olur, rızası yoksa helal olmaz.”
Yine O (s.a.s.), bizi Müslümanların malından izinleri olmaksızın almama konusunda uyararak şöyle buyurmuştur:

Kim bir müslümanın malını rızası olmadan/zorla alırsa, artık onun için cehennem vacip olmuştur. Allah onu cennetten de mutlak olarak mahrum edecektir.” Efendimiz’in (aleyhisselam) bu net ikazını duyan bir sahabî, “Ya Resulallah, haksız yere aldığı şey, çok basit bir şey olsa da cezası böyle midir?” diye sormuş; Resûl-i Ekrem (aleyhisselam) şöyle cevap vermiştir: “Evet, haksız yere aldığı şey (her yerde kolaylıkla bulunabilen) misvak ağacından bir çubuk bile olsa!” (Müslim, İman, 218; Muvatta, Akdiye 11; Nesâî, Kadâ 29)
Başkasının haklarına saygıyı ortaya koyup bu konuda yapılabilecek yanlışlıklar konusunda Müslümanları uyaran Allah Resûlü, sahih hadiste:
مَنْ ظَلَمَ قِيدَ شِبْرٍ مِنْ الْأَرْضِ طُوِّقَهُ مِنْ سَبْعِ أَرَضِينَ
Kim hakkı olmadığı halde bir karış miktarı bir yeri zulmen alırsa, kıyamet günü o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” (Buhari, mezalim 13)
-      Bütün bu âyet ve hadisleri hiç duymadın mı? Bunları duymamış, hiç bilmiyormuş gibi nasıl davranabilirsin ki?!
Hoca, önündeki fincanı tuttu, ağzına götürüp bir yudum aldı ve sessizliğe daldı. Bir müddet sonra mecliste konu değişti ve sohbet başka mecralarda devam etti.

* Yazar Cemal el-Havşebî, Mekke’de kurulmuş “Ru’yetüs-Sekâfî-Kültürel Görüş” Merkezi Genel Sekreteridir.


عاقبة الليالي
جمال بن فضل الحوشبي*
 جمعنا مجلس عابر، وتم طرح سؤال من أحدهم:
 –إلى أين آلت الأمور في تركيا؟
– لا جديد. قال الأول.
– قاتل الله السياسة .أجاب الثاني.
– الخيوط معقّدة ولا نعرف ماذا يجري. أضاف الثالث. ثم ساد الصمت قبل أن تقطّعه ضحكاته التي تنمّ عن نبرة انتصار، ليقول بعدها بكل اعتزاز:
– الأمور بحمد الله إلى خير. ثم أردف :
– لدي معهد شرعي في إسطنبول، وظلّ الإيجار يؤرقني مطلع كل عام، أربعون ألف ليرة مبلغ كبير، كل هذا انتهى العام الماضي.
– ما الذي حصل؟ سأله أحدهم.
 –قامت وزارة الشؤون الدينية بتسليمنا مقرًّا فخمًا وجميلاً ونظيفًا بدلاً منه في إسطنبول. ثم أضاف:
– أحد مقرات الخدمة التابعة لفتح الله كولن. ثم أردف.. وكأنه أحسّ بتأنيب الضمير
– لسنا وحدنا.. مئات بل ألوف المقرات والمكاتب تم توزيعها على الراغبين. لمحتُ نظرات الاستهجان عليه من الجميع :
– هل أخذتها بدون استئذان من أصحابها؟ ردّ أحدهم في طرف المجلس. أجاب:
- بل أخذناها من أصحابها في وقف الديانة. قاطعه أحدهم:
- وهل وقْف الديانة هو من بنى تلك المقرات؟ أجاب موضحًا :
- بل أقصد أني لا أتحمل الذنب!
ساد الصمت من جديد.. ولأنه أستاذ في العقيدة بإحدى الجامعات، ولأن الشمس تشرق من المشرق، فكذلك الحق، وإن بُهت من يرقبونه في جهة أخرى، فقد أردت أن يكون النقاش علميًّا أكثر والحجة دامغة.. سألته :
 –ما الذي تقومون به في هذا المعهد؟ أجاب:
– المعهد مخصص لتعليم العلوم الشرعية، ويوجد لدينا طلاب من أفريقيا وآسيا وأوروبا. تركتُ ما بيدي على الطاولة وقلت له:
- هل صليتَ في ذلك المقر أنت وطلابك؟ تعجب من السؤال ثم ردّ:
- نعم، بلا شك، ولماذا هذا السؤال؟
– إذن أوصيك يا أخي بأن تستغفر الله، لأنه يُخشى ألاّ يُكتب لك ثواب صلاتك وصلاة هؤلاء المساكين معك طوال العام الماضي. ذُهل الحضور من الكلام، وترك أكثرهم الجوالات من أيديهم. ثم أردفتُ:
– الغصب محرّم بكتاب الله تعالى وسنة رسوله وإجماع المسلمين. وهذا الذي قلته قهر لإخوانك الذين أُجبروا على ترك أموالهم، وأخذها بهذه الطريقة غصب لا يجوز، سواء أكان ذلك المال عقارًا أم منقولاً، بل ذكر العلماء أنّ اغتصاب الأموال لا يحصل بالاستيلاء عليها بالقوة فحسب، بل حتى من أخذها عن طريق الخصومة الباطلة والأيمان الفاجرة يكون غاصبًا لها .
– هناك فرق، هذا وقف. أجاب مقاطعًا.
 –وهذا أشدّ حرمة.. المقر الذي تتحدث عنه مغصوب من أصحابه، وإذا كان وقفًا تضاعف الإثم، وأنت تعلم أن الدار المغصوبة قطعة من النار، لا تصحّ فيها الصلاة بإجماع العلماء، ولا بركة في طلب علم بداخلها، ولا يُقبل فيها الدعاء والعبادة. ومن قال بصحتها فمراده بأنّ الفرض يسقط لو أنه أدّاه فيها لكن مع الكراهة، لكن لا ثواب له في تلك الصلاة، وصاحبها معرّض للعقوبة في الدنيا والآخرة . وقد أجمع المسلمون على تحريم الغصب وإن لم يبلغ المغصوب نصاب السرقة، فكيف بهذه المقرات التي كلفت أصحابها ملايين الليرات؟!
بادر بالتبرير على الفور:
– بل هذه أوقاف كما قلت لك، وقد عادت إلى الجهة المسؤولة عنها.. لقد دبّروا الانقلاب وهذا جزاؤهم. ابتسمتُ لجوابه وحاولتُ امتصاص غضبه، ثم قلت:
- أنا لا أتحدث عن السياسة هنا، لندع ما جرى جانبًا، فالله يحكم بينهم. أنا أحدثك عن مسألة شرعية وأخلاقية، لا يجوز لك أن تنتفع بهذه المقرات إلا بعد استئذان أصحابها الذين أوقفوها بعد أن بذلوا في سبيلها أموالهم وجهودهم، وجمعوا لأجلها تبرعات الرجال والنساء والأطفال لسنوات طويلة، ثم خدموا من خلالها الدين والمجتمع طوال عقود.
– لكننا نخدم بها الدين والمجتمع أيضًا. ردّ بكل ثقة .
تدخل أحدهم بحدة :
– لا تُكابر.. هذا حرام، لا يحق لك شيء من ذلك. رفع الآخر صوته متأثرًا بما سمع:
- هؤلاء إخوانك، مسلمون مثلك، وهم بين مسجون ومطرود من بلده .. ألا تستحي من هذا الكلام؟ اشتدّ اللغط في المجلس، ورأيتُ أن أقرّب الصورة أمامه:
– إذا كان الأمر كذلك فمَثَلك كمَثَل رجل أوقف مصحفًا في مسجد ثم سافر، فدخل أحد جيران المسجد وأخذه خفية، ثم ذهب به إلى بيته وأخذ يقرأ فيه ليلاً ونهارًا، فلما جاءه إمام المسجد يطلب إعادة المصحف إلى المسجد ردّ عليه بكل ثقة
– ما أراد الواقف إلا أن يقرأ فيه الناس، وأنا من الناس، وكل ما أقرأه سيكون في حسناتي وحسنات صاحب الوقف..
فما كان من الإمام إلا أن بيّن له أنّ الله طيِّبٌ لا يقبل إلا طيِّبًا، وأنّ فعله ذاك سرقة كتبها الله تعالى عليه، ولم يقبل منه القراءة بسبب ذلك. ارتفع صوته :
– قلت لكم مرارًا أنا واحد من مئات، بل ألوف الأشخاص من داخل تركيا ومن خارجها، ولدينا معاهد رسمية، وقد استلمناها بطريقة رسمية من جهة رسمية. أجبته على الفور:
 –كيف تقول هذا وأنت رجل عالم وعاقل، وتعلم أنّ حُكم القاضي أو المحكمة لا يجعل الحرام حلالاً أو الحلال حرامًا. الذي يحكم بمشروعية هذا الفعل هو الله تعالى، وقد حذرنا من الاعتداء على حقوق الآخرين بقوله : وَلاَتَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُم بَيْنَكُم بِالْبَاطِلِ، وقد بين لنا رسول الله الحلال والحرام، والمشتبه بينهم، وأنّ تَرْكه استبراءٌ للدِّين والعِرض، وقال لنا في الحديث الصحيح وهو على صعيد عرفة: إنّ دماءكم وأموالكم، وأعراضكم حرام عليكم، إلى أن تلقوا ربكم، كحرمة يومكم هذا، في شهركم هذا، في بلدكم هذا.
وقال في الحديث الصحيح الآخر: لَا يَحِلُّ مَالُ امْرِئٍ مُسْلِمٍ إلَّا بِطِيبِ نَفْسٍ مِنْهُ “
وحذرنا عليه الصلاة والسلام في الحديث الصحيح كذلك من أخذ شيء من مال المسلم بدون إذنه فقال: ”من اقتطع حق امرئ مسلم بيمينه، فقد أوجب الله له النار وحرم عليه الجنة“، فقال له رجل: وإن كان شيئًا يسيرًا يا رسول الله؟ قال : وإن قضيبًا من أراك
وقال في الحديث الصحيح الآخر محذرًا من الاعتداء على حقوق الآخرين: ”من ظلم قيد شبر من الأرض طوقه من سبع أرضين..“
ألم تسمع بكل هذا؟
رفع فنجان الشاي إلى فمه، ورشف منه رشفه، ثم سكت، وتناول الحضور بعدها موضوعًا آخر.
 (*) المشرف العام لمركز رؤية الثقافي بـ” مكة المكرمة “ / المملكة العربية السعودية .