Dini konularda yanlış bilgi, hatalı yorum ve dinin ruhuna ters yaklaşımlara girilmemesi için her bir yazısı 15-20 kişilik akademik bir heyet tarafından okunan Dinî İlimler ve Kültür Dergisi "Yeni Ümit" için kıyamete kadar Müslümanların yaşayabileceği farklı durumların "mikro planda" örneklerinden birisi olarak "İfk hadisesi"ni kaleme almıştım.
İfk hadisesi Kur'ân'da yerini almış ve bütün Müslümanlara kıyamete kadar bir "Örnek Olay" olarak ders vermiştir.
Ders almamak, Kur'ân'ın değil, biz Müslümanların problemidir.
Kur'ân,
geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen
bir Zât'ın, Allah'ın (celle celâluhu) kelâmıdır. Bu yaklaşımla Kur'ân'a
bakanlar onda, geçmişte yaşanmış, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşanacak
olan pek çok hâdiseyi ya doğrudan veya arka plânı ve ilgililerin
karakterleriyle apaçık bir şekilde göreceklerdir.
İlm-i
İlâhî'nin kelâmla ifadesi olan Kur'ân, münferid/tekil hâdiselerden bahsederek
bunlardan genel ve evrensel prensipler çıkardığı gibi, şahıslardan
ziyade şahısların her dönemde geçerli olan "vasıf" ve "karakter"lerine
dikkatleri çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek alınması/sakınılması
gereken "prototip"ler olarak
ele alır.
Kur'ân
ve hadîslerde kâfir ve münafıkların vasıflarından uzun uzun bahsedilmesi, sırf
Sahabe asrındaki kâfir ve münafıkların tanınması için değildir. Dinî metinlerde
kâfir ve münafık "tipoloji"si ortaya konur ki, her dönemde
olabilecek nifak ve küfür karakteri taşıyan kimselere karşı Müslümanlar
uyanık olsun ve kendileri de küfür ve nifak vasıfları taşımasınlar.
Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin
ızdırap içinde bırakan bir hâdise (İfk hadisesi), daha sonra yaşanabilecek
benzer durumlarda Müslümanların nasıl tavır almaları gerektiğini göstermek için
âyetlere konu olmuştur.
Nur
Sûresi 11-22 âyetleri mü'minleri uyaran bir bahis açıyor ve mü'minleri
konumlarını iyi belirleyip bu konuma göre bir duruş sergilemeye davet ediyor.
Tafsilatı
ilgili tefsirlere bırakarak şimdi bu âyetleri görelim:
إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
O
iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi
hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O
iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası
vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa
verilecektir. (Nur, 11)
İfk Nedir?
"İfk";
aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş söz, yani yalan, iftira
ve bühtan demektir.
Âyete
göre, bu "ifk"i ortaya atanlar bir "usbe",
yani ondan kırka kadar bir grup, sayılı bir güruhtur. Dedikodu bütün Medine'de
yankılansa bile bunu uyduran ve yayanların az sayıda bir grup olduğu
anlaşılıyor. Usbe kelimesinin "taassub"la aynı kökten gelmesi
de, bunların kendi aralarında organize, birbirine sımsıkı bağlı, birbirlerinin
boşluklarını dolduran dar bir kadro olduğunu tedâî ettiriyor.
Nur
Sûresi'nin 11-20. âyetlerinin nüzulüne sebep olan, İslâm tarihinde İfk hâdisesi
olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan1 dinleyelim:
Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret'in 5. yılı Şaban ayında
Mustalıkoğulları'nın Medine'ye saldırma plânı yaptıklarını haber almış; problem
büyümeden, yerinde çözmek için Benî Mustalık üzerine bir sefer düzenlemişti.
Yolun çok uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle
dönmeleri sebebiyle bu sefere her zamankinden daha çok münafık
katılmıştı.
Sefer
sırasında Ensar ve Muhacirler arasında çıkan sudan bir anlaşmazlığı bu
münafıklar iyice köpürtmüşlerdi. Hattâ kendilerine tenhada biraz cesaret gelince
Abdullah ibn-i Übey, Ensar'ın minnet duygularını harekete geçirip Muhacirleri
tahkir etme adına, "Besle kargayı, oysun gözünü!"
diyebilmişti. Hâdiseler biraz daha büyüyünce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve
sellem) dinlenme süresini genel uygulamalarından kısa tutmuş ve insanları hemen
yola sevk etmiştir ki, insanlar konuşarak bu basit hâdiseyi büyütmesin ve büyük
bir fitneye sebep olmasınlar.
Bu
sefer esnasında İbn-i Übey her fırsatı kendi adına değerlendirmiş, yapabileceği
bütün fitne unsurlarını harekete geçirmişti. Hattâ samimi Müslüman olan oğlu,
Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek, "Babama ceza
verecekseniz, bunu ben infaz edeyim. Onun katilini halkın içinde dolaşırken
görürsem, yanlış bir şey yapmaktan korkarım." demişti. Efendimiz
(sallallâhu aleyhi ve sellem) de kıyamete kadar geçerli olacak hükmünü
vermişti:
-
Aramızda yaşadığı sürece zahirine bakıp yumuşak muamele ederiz.
Hz.
Ömer'in dayanamayıp "Boynunu vuralım bu münafığın." demesi üzerine
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinde bir strateji ile
"İnsanlara, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi adamlarını
öldürtüyor." dedirtmeyelim buyurmuştu. Bu yaklaşımın daha sonra pek çok
müspet neticesi oldu. İslâm'ın bu konudaki temel yaklaşımı ortaya konmuş oldu:
Münafıklar
zahirlerine göre değerlendirilir, Müslüman muamelesi yapılır.
Tabii temkin ve tedbir elden bırakılmadan...
Mü'minlerin
annesi Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir sefere çıkacağı zaman eşleri
arasında kura çeker, onlardan birini de beraberinde götürürdü. Benî Mustalık
seferinden önce çektiği kurada ben çıkmıştım.
Bu
seferden maksat hâsıl olmuş ve münafıkların sefer esnasındaki pek çok oyunu
bertaraf edilmiş geri dönülüyordu. Ancak münafıkların son bir oyunları çok ağır
olmuştu.
Plân,
edep ve namus timsali Hz. Aişe'ye (r.anhâ) namussuzluk iftirası atarak onun
üzerinden İslam Peygamberi'ni karalamaktı.
Sefer
dönüşü Medine'ye yaklaşınca bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle
biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken ablam Esma'dan (r.anhâ) emanet aldığım
gerdanlığın boynumda olmadığını fark ettim ve aramak için geri döndüm.
Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.
Ben
o zaman gerçekten zayıftım ve özellikle kadınların daha rahat yolculuk
yapmaları için devenin üzerine bağlanan "hevdec" denilen bir alet
içinde yolculuk yapıyordum.
Çok
zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde benim olmadığımı
fark etmemişler. Ben de "Nasıl olsa aramak için geri dönerler." diye
oracıkta beklemeye karar verdim. Uyuyakalmışım.
Bu
tür seferlerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Safvan İbn-i Muattal'ı
(r.a.) konaklama yerlerinde ve güzergâh üzerinde kalan şeyleri kontrol etmek için
kafilenin gerisinde "artçı" bırakırdı. Hz. Safvan gelip beni
bu hâlde görünce "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun"
demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan'ın bunun dışında
tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü, ben
de bindim ve yola devam ettik. Öğleyin konakladıkları bir yerde kâfileye yetiştik.
Bu
gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i
Selûl'ün de köpürtmesiyle büyüyüp fitne hâlini almıştı. Kendini Medine'nin liderliğine
hazırlayan İbn-i Selûl bu emeline ulaşamayacağını anlayınca Müslüman olduğunu
ilân etmiş ve her fırsatta Müslümanları zor durumda bırakmak ve her olayı kendi
emelleri için kullanmaktan çekinmemişti. Evs ve Hazreç arasındaki küçük
ihtilafları büyütmekten, eski yaraları kaşımaktan geri durmamıştı. O, bu tavır
ve hareketlerinde yalnız değildi. Kendisiyle beraber hareket eden 300 civarında
münafık da vardı.
Hz.
Aişe (r.anhâ) anlatmaya şöyle devam eder:
Medine'ye
geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden
hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi
ve sellem) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler
hissediyordum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanıma gelince beni
muhatap almadan "Hastanız nasıl?" diye soruyordu.
Her
neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse'nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte,
ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, "Kahrolası
Mıstah!" ifadeleri döküldü.
Mıstah
Bedir'e katılan şanlı sahabîlerdendi. "Bedir'de bulunmuş birisi hakkında
böyle bir ifadeyi nasıl kullanırsın?" diye ikaz edince,
-
Haberin yok mu? dedi ve sonra da bana süreci anlattı.
Bunun
üzerine ağlayarak eve döndüm ve hastalığım daha da arttı. Resûl-i Ekrem eve
gelince,
-
Müsaade et, babaevine gideyim, dedim. Müsaade alıp gider gitmez de anneme
sordum:
-
Anneciğim, bu insanlar neler söylüyorlar? Annem,
-
Kızcağızım! Kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın
olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok lâf etmesinler, pek nadirdir,
dedi.
Ben
ağlamaya devam ederken babam geldi ve,
-
Bu niçin ağlıyor? diye sordu. Annem,
-
Hakkındaki söylentilerden şimdiye kadar haberi olmamış, dedi. Babam da ağlamaya
başladı.
Bir
müddet sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi. Selâm verip
yanıma oturdu. Bir aydır bu kadar yakınıma oturmamıştı. Oturduktan sonra beni
çok sarsan şu cümleleri söyledi:
-
Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı
birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah
(celle celâluhu) seni temize çıkarır. Eğer insanlık icabı bir günaha düştüysen;
Allah'a tövbe istiğfar et. Zîrâ, kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.
Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini bitirince benim gözyaşlarım
boşandı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim; ama neticede söz bana
kalmıştı.
Gerçi
konuşabilecek durumda da değildim; ama şunları söylemeden de edemedim:
-
Vallahi görüyorum ki, siz benim hakkımda bir dedikodu duymuşsunuz ve bu
içinizde yer etmiş. Şimdi ben size "Ben böyle bir şey yapmadım, bundan
berîyim" desem bana inanmayacaksınız. Bununla beraber Allah gerçeği
bildiği hâlde bir böyle bir şey olabileceğine dair "itiraf"ta bulunsam hemen inanıp tasdik
edeceksiniz.
Durumumu
anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz. Yusuf'un babasının dediği gibi
-hüzünden Hz. Yakub'un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:
"Bundan
sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu
anlattıklarınız karşısında, Allah'tan başka yardım edebilecek hiç kimse de
olamaz!" (Yusuf sûresi, 18)
Bunları
söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.
Gerçi
kendimi bildiğim için Allah'ın beni temize çıkaracağını bekliyordum; rüya veya
başka bir şekilde Allah, Resûlü'ne bildirir ümidindeydim. Fakat kıyamete kadar
bâkî bir Kur'ân âyeti olacağı hiç aklıma gelmemişti.
Bu
konuşmalar üzerine henüz Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinden
kalkmamıştı ki, vahiy gelmeye başladı. Zîrâ vahyin tesiri onun üzerinde net
olarak görülür, vahyin ağırlığından kış günü bile alnından tane tane ter
dökülürdü.
Efendimiz'in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk sözü şu oldu,
-
Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan tebrie etti, temize
çıkardı. Annem kalkıp Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşekkür etmemi
söyledi.
Bunun
üzerine "Ben sadece Allah'a hamdederim; başka kimseye minnetim yok!"
dedim.
Allahu
Teâlâ, Nur Sûresi'nin 11. âyetinden itibaren benim beraetimi bildiren 10 âyet
indirmişti.
İfk Nasıl Hayır Olabilir?
Yukarıda
zikrettiğimiz âyette "ifk"in şer sayılmaması isteniyor.
Normalde "ifk" şerdir; ama iftiraya maruz kalanlar için değil,
o iftirayı ortaya atan ve yayanlar için şerdir.
Zîrâ
âyette "Bunu sizin için şer sanmayın." buyruluyor. Şer olmaması bir
yana bilakis bu ifkin hayır olduğu ifade ediliyor. İfk hâdisesinin Müslümanlar
için hayır olması şu sebeplerle olabilir:
a)
Mü'minler, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler; bu sayede mükâfat elde
etmişlerdir. Mükâfatını Allah'tan bekleyerek sabretmek, zulme uğrayan
kimselerin her zaman için tutacakları yoldur.
b)
Hz. Âişe'nin (r.anhâ) böylesi bir şeyden berî olduğuna dair, on âyetin inmiş
olması onun şeref ve faziletini ortaya koymuş ve onun için hayır olmuştur.
c)
Bu ağır cürüm vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel belli prensipler net
bir şekilde gösterilmiştir:
1.
Beraet-i zimmet asıldır. Suç sabit oluncaya
kadar herkes masumdur.
2.
İddia eden ispatla yükümlüdür.
3.
Bilinmeyen konuda taraflar dinlenmeden karar
verilmez.
4.
Fasıkların getirdiği haberlere göre hüküm
verilmez...
İfkin Sorumluluğu
Sessiz
kalan, onaylayan, dinleyen, gülen, yayan ve ilk defa uyduran.. vb. gibi bu
olaya karışan herkesin seviyesine göre sorumluluğu vardır. Ancak işin asıl ve
ağırlıklı sorumluluğu ilk defa ortaya atanadır. Burada da en büyük sorumlu bu
iftirayı ilk ortaya atan ve hedefi Müslümanlar arasında fitne yaymak olan İbn-i
Selûl'dür. O, işini o kadar ustalıkla yapmış ve iz bırakmamıştır ki, her şey
apaçık ortada olmasına rağmen delil(!) yetersizliğinden ona had cezası
uygulanmamıştır. Belki de "büyük suçların cezasının büyük mahkemeye
bırakılması" hikmetine binaen cezası Cehennem'in en alt katı olarak
tecelli edecektir.
İbn-i
Selûl kendisi cezadan kurtulmuş; ama önemli sahabilerden Hassan ibn-i Sabit,
Mıstah ibn-i Üsâse ve Hamne binti Cahş gibi bazıları bu haberi yaydıklarından
dolayı cezaya maruz kalmışlardır.
Allah
Teâlâ bu tür hâdiselerle karşılaşınca nasıl tavır alınması gerektiğini şöyle
açıklıyor: "Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez,
mü'min erkekler ve mü'min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip:
'Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!' demeniz gerekmez
miydi?" (Nur, 12)
Bu
âyette Cenab-ı Hak, mü'minlere neticesi itibarıyla ağır ve büyük sorumluluk
gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini göstermiştir.
Bu hüküm, bütün zamanlarda geçerlidir. Müslüman
hüsnüzan eder, sarih bir delil yoksa kimseyi suçlamaz, suçlayanı dinlemez ve
hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.
Sahabe-i
kiramın çoğunluğu "Sübhânallah! Bu, büyük bir iftiradır." demişlerdi.
Müşahhas bir örnek olarak da Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a.) ile eşi arasında geçen değerlendirmeyi
görebiliriz:
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve
sellem) mihmandarı, eşine, "Allah için söyle bana, böyle bir şeyi sen
yapar mısın?" diye sordu.
"Asla!"
cevabını alınca da ekledi:
-
Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır!
İşte
bu, mü'mince bir duruştu ve daha sonra gelecek ifadelerde, benzeri iftira
kampanyaları karşısında inananların, her zaman aynı tepkiyi vermeleri gerektiği
ifade edilecekti.
Bu
âyet "Beraet-i zimmet asıldır."
kaidesinin dayanaklarındandır.
Müslüman
zahirde gördüğü bildiği şeylerin aksine delilsiz iddialara hiç duraksamadan
"Bu apaçık bir iftiradır." demelidir.
O
iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getiremediklerine göre,
onlar Allah katında yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir.
(Nur, 13)
Şahitsiz,
delilsiz sözleri/iddiaları ortaya atanlar müfteridir. Bir defa iftira
atan kimselere daha sonra ihtiyat kaydıyla yaklaşılmalı ve söyledikleri hep
soru işaretiyle dinlenmelidir.
Böyle
bir iftiradan dolayı "Hem dünyada, hem de Âhiret'te Allah'ın lütuf
ve merhameti sizinle olmasaydı, daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza
müthiş bir ceza gelirdi." (Nur, 14)
Başınıza
ceza gelirdi. "Zîrâ siz, o sırada siz o iftirayı dilden dile
birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri
ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz.
Hâlbuki o, Allah'ın nazarında pek büyük bir vebaldi!" (Nur, 15)
Allah,
bu hâdiseyi sanki sıradan bir şeymiş gibi nakletmeye dikkatleri çekiyor. Bu
size basit gelebilir; ama bir mü'minin iffetine dokunmak Allah nezdinde çok
büyük bir suçtur.
İfk Hâdisesinden Kıyamete Kadar Geçerli Ders
يَعِظُكُمَ اللهُ أَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
"Eğer
inanıyorsanız, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp
yasaklıyor!" (Nur, 17)
Böylece
tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya maruz kalan mü'minler de
koruma altına alınıyor.
İfk Hâdisesi Karşısında Allah Resûlü'nün (as) Çare Arayışları
İfk
hâdisesiyle ilgili âyetler gelmeden önce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve
sellem) sonra bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil
olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı Hz. Ali, Üsame b. Zeyd, Hz.
Ömer, Zeynep binti Cahş ve Berîre gibi pek çok sahabî ile istişare etmişti.
Herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti. Hz. Ali, Efendimiz'in
(sallallâhu aleyhi ve sellem), içinde bulunduğu sıkıntıdan sıyrılması
istikametinde görüşünü beyan etmiş ve hizmetçi Hz. Berîre'yi işaret etmişti. O
da, şahitliğin hakkını vermişti:
-
Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum; onda, kendisini
ayıplayabileceğim zerre kadar bir olumsuzluk görmedim.
Hz.
Berire'nin şehadeti aslında yeterliydi; ama meseleyi çözme adına başka
şahitliklere de başvurdu Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve kız
kardeşi Hamne’nin de tesirinde kaldığı olayı Hz. Zeyneb b. Cahş'a sordu. Onun
cevabı ise şöyle olmuştu: "Ben, görmediğim bir hususta gözümü ve
duymadığım bir kelâm karşısında da kulağımı muhafaza etmek isterim. Şu kadar
ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!"
Hicret'in
5. yılında cereyan eden, Hz. Aişe (r.anhâ) üzerinden Peygamber Efendimiz'in
(sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunu sarsmaya matuf olarak gelişen ve azınlık
bir grup tarafından bilinçli bir şekilde yayılan ifk hâdisesi, İslâm tarihinde
daha sonra yaşanacak benzer temelsiz iddialara karşı tavır belirlemek için
hakkında âyet indirilen ve pek çok hükmün uygulamalı misâli olan bir hâdisedir.
Günümüzde
de mü'minler duydukları temelsiz ithamlar
karşısında, hüsnüzannı esas tutup "Delil yoksa, bu bir iftiradır."
diyerek Kur'ânî bir tavır sergilemelidirler.
1. İfk hadisesinin farklı kaynaklardan derlenmiş
tafsilatlı anlatımı için bkz.: Mü'minlerin
En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe, Reşit Haylamaz, s.171 vd..