14 Temmuz 2017 Cuma

Benzerleri Her Zaman Yaşanan Bir Olay



Dini konularda yanlış bilgi, hatalı yorum ve dinin ruhuna ters yaklaşımlara girilmemesi için her bir yazısı 15-20 kişilik akademik bir heyet tarafından okunan Dinî İlimler ve Kültür Dergisi "Yeni Ümit" için kıyamete kadar Müslümanların yaşayabileceği farklı durumların "mikro planda" örneklerinden birisi olarak "İfk hadisesi"ni kaleme almıştım.
İfk hadisesi Kur'ân'da yerini almış ve bütün Müslümanlara kıyamete kadar bir "Örnek Olay" olarak ders vermiştir.
Ders almamak, Kur'ân'ın değil, biz Müslümanların problemidir.


Kur'ân, geçmişi bugünle, bugünü de yarınla bir arada görüp bilen bir Zât'ın, Allah'ın (celle celâluhu) kelâmıdır. Bu yaklaşımla Kur'ân'a bakanlar onda, geçmişte yaşanmış, bugün yaşanan ve gelecekte de yaşanacak olan pek çok hâdiseyi ya doğrudan veya arka plânı ve ilgililerin karakterleriyle apaçık bir şekilde göreceklerdir.

İlm-i İlâhî'nin kelâmla ifadesi olan Kur'ân, münferid/tekil hâdiselerden bahsederek bunlardan genel ve evrensel prensipler çıkardığı gibi, şahıslardan ziyade şahısların her dönemde geçerli olan "vasıf" ve "karakter"lerine dikkatleri çeker. Şahıslardan bahsederken de onları örnek alınması/sakınılması gereken "prototip"ler olarak ele alır.

Kur'ân ve hadîslerde kâfir ve münafıkların vasıflarından uzun uzun bahsedilmesi, sırf Sahabe asrındaki kâfir ve münafıkların tanınması için değildir. Dinî metinlerde kâfir ve münafık "tipoloji"si ortaya konur ki, her dönemde olabilecek nifak ve küfür karakteri taşıyan kimselere karşı Müslümanlar uyanık olsun ve kendileri de küfür ve nifak vasıfları taşımasınlar.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve yakın çevresini bir ay boyunca derin ızdırap içinde bırakan bir hâdise (İfk hadisesi), daha sonra yaşanabilecek benzer durumlarda Müslümanların nasıl tavır almaları gerektiğini göstermek için âyetlere konu olmuştur.
Nur Sûresi 11-22 âyetleri mü'minleri uyaran bir bahis açıyor ve mü'minleri konumlarını iyi belirleyip bu konuma göre bir duruş sergilemeye davet ediyor.
Tafsilatı ilgili tefsirlere bırakarak şimdi bu âyetleri görelim:

إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لاَ تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Cezanın en büyüğü ise bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa verilecektir. (Nur, 11)

İfk Nedir?

"İfk"; aslından, esasından çevrilmiş, hakikati tahrif edilmiş söz, yani yalan, iftira ve bühtan demektir.
Âyete göre, bu "ifk"i ortaya atanlar bir "usbe", yani ondan kırka kadar bir grup, sayılı bir güruhtur. Dedikodu bütün Medine'de yankılansa bile bunu uyduran ve yayanların az sayıda bir grup olduğu anlaşılıyor. Usbe kelimesinin "taassub"la aynı kökten gelmesi de, bunların kendi aralarında organize, birbirine sımsıkı bağlı, birbirlerinin boşluklarını dolduran dar bir kadro olduğunu tedâî ettiriyor.

Nur Sûresi'nin 11-20. âyetlerinin nüzulüne sebep olan, İslâm tarihinde İfk hâdisesi olarak bilinen bu olayı, birinci ağızdan1 dinleyelim:

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hicret'in 5. yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları'nın Medine'ye saldırma plânı yaptıklarını haber almış; problem büyümeden, yerinde çözmek için Benî Mustalık üzerine bir sefer düzenlemişti. Yolun çok uzak olmaması ve Müslümanların gittikleri her seferden zaferle dönmeleri sebebiyle bu sefere her zamankinden daha çok münafık katılmıştı.

Sefer sırasında Ensar ve Muhacirler arasında çıkan sudan bir anlaşmazlığı bu münafıklar iyice köpürtmüşlerdi. Hattâ kendilerine tenhada biraz cesaret gelince Abdullah ibn-i Übey, Ensar'ın minnet duygularını harekete geçirip Muhacirleri tahkir etme adına, "Besle kargayı, oysun gözünü!" diyebilmişti. Hâdiseler biraz daha büyüyünce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinlenme süresini genel uygulamalarından kısa tutmuş ve insanları hemen yola sevk etmiştir ki, insanlar konuşarak bu basit hâdiseyi büyütmesin ve büyük bir fitneye sebep olmasınlar.

Bu sefer esnasında İbn-i Übey her fırsatı kendi adına değerlendirmiş, yapabileceği bütün fitne unsurlarını harekete geçirmişti. Hattâ samimi Müslüman olan oğlu, Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek, "Babama ceza verecekseniz, bunu ben infaz edeyim. Onun katilini halkın içinde dolaşırken görürsem, yanlış bir şey yapmaktan korkarım." demişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de kıyamete kadar geçerli olacak hükmünü vermişti:
- Aramızda yaşadığı sürece zahirine bakıp yumuşak muamele ederiz.

Hz. Ömer'in dayanamayıp "Boynunu vuralım bu münafığın." demesi üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinde bir strateji ile "İnsanlara, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendi adamlarını öldürtüyor." dedirtmeyelim buyurmuştu. Bu yaklaşımın daha sonra pek çok müspet neticesi oldu. İslâm'ın bu konudaki temel yaklaşımı ortaya konmuş oldu:
Münafıklar zahirlerine göre değerlendirilir, Müslüman muamelesi yapılır. Tabii temkin ve tedbir elden bırakılmadan...

Mü'minlerin annesi Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir sefere çıkacağı zaman eşleri arasında kura çeker, onlardan birini de beraberinde götürürdü. Benî Mustalık seferinden önce çektiği kurada ben çıkmıştım.
Bu seferden maksat hâsıl olmuş ve münafıkların sefer esnasındaki pek çok oyunu bertaraf edilmiş geri dönülüyordu. Ancak münafıkların son bir oyunları çok ağır olmuştu.

Plân, edep ve namus timsali Hz. Aişe'ye (r.anhâ) namussuzluk iftirası atarak onun üzerinden İslam Peygamberi'ni karalamaktı.
Sefer dönüşü Medine'ye yaklaşınca bir yerde konaklamıştık. O sırada ihtiyaç sebebiyle biraz uzaklaşmıştım. Konaklama yerine dönerken ablam Esma'dan (r.anhâ) emanet aldığım gerdanlığın boynumda olmadığını fark ettim ve aramak için geri döndüm. Konaklama yerine gelince kafilenin ayrıldığını ve kimsenin kalmadığını gördüm.

Ben o zaman gerçekten zayıftım ve özellikle kadınların daha rahat yolculuk yapmaları için devenin üzerine bağlanan "hevdec" denilen bir alet içinde yolculuk yapıyordum.
Çok zayıf olduğumdan hevdeci devenin sırtına yerleştirirken içinde benim olmadığımı fark etmemişler. Ben de "Nasıl olsa aramak için geri dönerler." diye oracıkta beklemeye karar verdim. Uyuyakalmışım.

Bu tür seferlerde, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Safvan İbn-i Muattal'ı (r.a.) konaklama yerlerinde ve güzergâh üzerinde kalan şeyleri kontrol etmek için kafilenin gerisinde "artçı" bırakırdı. Hz. Safvan gelip beni bu hâlde görünce "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciun" demiş ve ben de bu ses üzerine uyanmıştım. O gün Hz. Safvan'ın bunun dışında tek bir kelimesini dahi işitmedim. Yaklaşıp binmem için devesini çöktürdü, ben de bindim ve yola devam ettik. Öğleyin konakladıkları bir yerde kâfileye yetiştik.

Bu gecikme başlangıçta bir problem gibi görülüp konuşulmamışken daha sonra İbn-i Selûl'ün de köpürtmesiyle büyüyüp fitne hâlini almıştı. Kendini Medine'nin liderliğine hazırlayan İbn-i Selûl bu emeline ulaşamayacağını anlayınca Müslüman olduğunu ilân etmiş ve her fırsatta Müslümanları zor durumda bırakmak ve her olayı kendi emelleri için kullanmaktan çekinmemişti. Evs ve Hazreç arasındaki küçük ihtilafları büyütmekten, eski yaraları kaşımaktan geri durmamıştı. O, bu tavır ve hareketlerinde yalnız değildi. Kendisiyle beraber hareket eden 300 civarında münafık da vardı.

Hz. Aişe (r.anhâ) anlatmaya şöyle devam eder:

Medine'ye geldik. Yolculuğun verdiği yorgunluk da eklenince hasta olmuştum. Fakat eskiden hasta olduğum zamanlarda gösterdiği ilgiyi Resul-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) şimdi göremiyordum; hiçbir şeyden haberim yoktu ama bir şeyler hissediyordum. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanıma gelince beni muhatap almadan "Hastanız nasıl?" diye soruyordu.

Her neyse, bir gün Mıstah ibn-i Üsâse'nin annesi ile dışarı çıkmıştık. Dönüşte, ayağı takıldı ve tökezledi. Ağzından kendi oğlu için, "Kahrolası Mıstah!" ifadeleri döküldü.
Mıstah Bedir'e katılan şanlı sahabîlerdendi. "Bedir'de bulunmuş birisi hakkında böyle bir ifadeyi nasıl kullanırsın?" diye ikaz edince,

- Haberin yok mu? dedi ve sonra da bana süreci anlattı.
Bunun üzerine ağlayarak eve döndüm ve hastalığım daha da arttı. Resûl-i Ekrem eve gelince,

- Müsaade et, babaevine gideyim, dedim. Müsaade alıp gider gitmez de anneme sordum:
- Anneciğim, bu insanlar neler söylüyorlar? Annem,
- Kızcağızım! Kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok lâf etmesinler, pek nadirdir, dedi.
Ben ağlamaya devam ederken babam geldi ve,
- Bu niçin ağlıyor? diye sordu. Annem,
- Hakkındaki söylentilerden şimdiye kadar haberi olmamış, dedi. Babam da ağlamaya başladı.

Bir müddet sonra Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) geldi. Selâm verip yanıma oturdu. Bir aydır bu kadar yakınıma oturmamıştı. Oturduktan sonra beni çok sarsan şu cümleleri söyledi:

- Yâ Âişe! Çok kritik bir süreçten geçiyoruz, durum mühim. Seninle alakalı birtakım sözler bana kadar ulaştı. Sen böyle bir şeyden uzak isen; zaten Allah (celle celâluhu) seni temize çıkarır. Eğer insanlık icabı bir günaha düştüysen; Allah'a tövbe istiğfar et. Zîrâ, kul tövbe edince Allah tövbeleri kabul eder.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini bitirince benim gözyaşlarım boşandı. Babam ve annemden cevap vermelerini istedim; ama neticede söz bana kalmıştı.
Gerçi konuşabilecek durumda da değildim; ama şunları söylemeden de edemedim:

- Vallahi görüyorum ki, siz benim hakkımda bir dedikodu duymuşsunuz ve bu içinizde yer etmiş. Şimdi ben size "Ben böyle bir şey yapmadım, bundan berîyim" desem bana inanmayacaksınız. Bununla beraber Allah gerçeği bildiği hâlde bir böyle bir şey olabileceğine dair "itiraf"ta bulunsam hemen inanıp tasdik edeceksiniz.

Durumumu anlatacak bir misal bulamıyorum, ancak Hz. Yusuf'un babasının dediği gibi -hüzünden Hz. Yakub'un adını hatırlayamamıştım- diyebilirim:
"Bundan sonra bana düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir. Ne diyeyim, sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allah'tan başka yardım edebilecek hiç kimse de olamaz!" (Yusuf sûresi, 18)

Bunları söyledikten sonra -zaten takatim de kalmamıştı- gidip yatağıma uzandım.

Gerçi kendimi bildiğim için Allah'ın beni temize çıkaracağını bekliyordum; rüya veya başka bir şekilde Allah, Resûlü'ne bildirir ümidindeydim. Fakat kıyamete kadar bâkî bir Kur'ân âyeti olacağı hiç aklıma gelmemişti.

Bu konuşmalar üzerine henüz Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yerinden kalkmamıştı ki, vahiy gelmeye başladı. Zîrâ vahyin tesiri onun üzerinde net olarak görülür, vahyin ağırlığından kış günü bile alnından tane tane ter dökülürdü.

Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk sözü şu oldu,
- Müjde ya Âişe! Allah seni, hakkında yapılan dedikodulardan tebrie etti, temize çıkardı. Annem kalkıp Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) teşekkür etmemi söyledi.

Bunun üzerine "Ben sadece Allah'a hamdederim; başka kimseye minnetim yok!" dedim.
Allahu Teâlâ, Nur Sûresi'nin 11. âyetinden itibaren benim beraetimi bildiren 10 âyet indirmişti.

İfk Nasıl Hayır Olabilir?

Yukarıda zikrettiğimiz âyette "ifk"in şer sayılmaması isteniyor. Normalde "ifk" şerdir; ama iftiraya maruz kalanlar için değil, o iftirayı ortaya atan ve yayanlar için şerdir.

Zîrâ âyette "Bunu sizin için şer sanmayın." buyruluyor. Şer olmaması bir yana bilakis bu ifkin hayır olduğu ifade ediliyor. İfk hâdisesinin Müslümanlar için hayır olması şu sebeplerle olabilir:

a) Mü'minler, bu üzüntü ve sıkıntıya sabretmişler; bu sayede mükâfat elde etmişlerdir. Mükâfatını Allah'tan bekleyerek sabretmek, zulme uğrayan kimselerin her zaman için tutacakları yoldur.

b) Hz. Âişe'nin (r.anhâ) böylesi bir şeyden berî olduğuna dair, on âyetin inmiş olması onun şeref ve faziletini ortaya koymuş ve onun için hayır olmuştur.

c) Bu ağır cürüm vesilesiyle kıyamete kadar geçerli evrensel belli prensipler net bir şekilde gösterilmiştir:

1. Beraet-i zimmet asıldır. Suç sabit oluncaya kadar herkes masumdur.
2. İddia eden ispatla yükümlüdür.
3. Bilinmeyen konuda taraflar dinlenmeden karar verilmez.
4. Fasıkların getirdiği haberlere göre hüküm verilmez...

İfkin Sorumluluğu

Sessiz kalan, onaylayan, dinleyen, gülen, yayan ve ilk defa uyduran.. vb. gibi bu olaya karışan herkesin seviyesine göre sorumluluğu vardır. Ancak işin asıl ve ağırlıklı sorumluluğu ilk defa ortaya atanadır. Burada da en büyük sorumlu bu iftirayı ilk ortaya atan ve hedefi Müslümanlar arasında fitne yaymak olan İbn-i Selûl'dür. O, işini o kadar ustalıkla yapmış ve iz bırakmamıştır ki, her şey apaçık ortada olmasına rağmen delil(!) yetersizliğinden ona had cezası uygulanmamıştır. Belki de "büyük suçların cezasının büyük mahkemeye bırakılması" hikmetine binaen cezası Cehennem'in en alt katı olarak tecelli edecektir.

İbn-i Selûl kendisi cezadan kurtulmuş; ama önemli sahabilerden Hassan ibn-i Sabit, Mıstah ibn-i Üsâse ve Hamne binti Cahş gibi bazıları bu haberi yaydıklarından dolayı cezaya maruz kalmışlardır.

Allah Teâlâ bu tür hâdiselerle karşılaşınca nasıl tavır alınması gerektiğini şöyle açıklıyor: "Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: 'Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!' demeniz gerekmez miydi?" (Nur, 12)

Bu âyette Cenab-ı Hak, mü'minlere neticesi itibarıyla ağır ve büyük sorumluluk gerektiren bir haber işittikleri zaman ne yapıp, ne diyeceklerini göstermiştir. Bu hüküm, bütün zamanlarda geçerlidir. Müslüman hüsnüzan eder, sarih bir delil yoksa kimseyi suçlamaz, suçlayanı dinlemez ve hele iftira olabilecek bir sözü asla yaymaz/yaymamalıdır.

Sahabe-i kiramın çoğunluğu "Sübhânallah! Bu, büyük bir iftiradır." demişlerdi. Müşahhas bir örnek olarak da Ebu Eyyüb el-Ensari (r.a.) ile eşi arasında geçen değerlendirmeyi görebiliriz:

Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mihmandarı, eşine, "Allah için söyle bana, böyle bir şeyi sen yapar mısın?" diye sordu.
"Asla!" cevabını alınca da ekledi:
- Unutma ki Âişe, senden daha hayırlıdır!

İşte bu, mü'mince bir duruştu ve daha sonra gelecek ifadelerde, benzeri iftira kampanyaları karşısında inananların, her zaman aynı tepkiyi vermeleri gerektiği ifade edilecekti.

Bu âyet "Beraet-i zimmet asıldır." kaidesinin dayanaklarındandır.

Müslüman zahirde gördüğü bildiği şeylerin aksine delilsiz iddialara hiç duraksamadan "Bu apaçık bir iftiradır." demelidir.
O iftiracılar dört şahit getirselerdi ya! Şahitlerini getiremediklerine göre, onlar Allah katında yalancıların ta kendileri olarak tescil edileceklerdir. (Nur, 13)

Şahitsiz, delilsiz sözleri/iddiaları ortaya atanlar müfteridir. Bir defa iftira atan kimselere daha sonra ihtiyat kaydıyla yaklaşılmalı ve söyledikleri hep soru işaretiyle dinlenmelidir.

Böyle bir iftiradan dolayı "Hem dünyada, hem de Âhiret'te Allah'ın lütuf ve merhameti sizinle olmasaydı, daldığınız bu yaygaradan dolayı mutlaka başınıza müthiş bir ceza gelirdi." (Nur, 14)

Başınıza ceza gelirdi. "Zîrâ siz, o sırada siz o iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor, işin aslına dair hiç bilginiz olmayan sözleri ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz ve bunu basit, önemsiz bir şey sanıyordunuz. Hâlbuki o, Allah'ın nazarında pek büyük bir vebaldi!" (Nur, 15)

Allah, bu hâdiseyi sanki sıradan bir şeymiş gibi nakletmeye dikkatleri çekiyor. Bu size basit gelebilir; ama bir mü'minin iffetine dokunmak Allah nezdinde çok büyük bir suçtur.

İfk Hâdisesinden Kıyamete Kadar Geçerli Ders

يَعِظُكُمَ اللهُ أَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
"Eğer inanıyorsanız, Allah böylesi bir şeyi tekrarlamaktan sizi kesinlikle sakındırıp yasaklıyor!" (Nur, 17)

Böylece tarihin herhangi bir döneminde benzer bir suçlamaya maruz kalan mü'minler de koruma altına alınıyor.

İfk Hâdisesi Karşısında Allah Resûlü'nün (as) Çare Arayışları

İfk hâdisesiyle ilgili âyetler gelmeden önce Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bizzat kendi hanesinin masumiyetine dokunan ve elde hiçbir delil olmadan ileri sürülen yalan ve iftiralara karşı Hz. Ali, Üsame b. Zeyd, Hz. Ömer, Zeynep binti Cahş ve Berîre gibi pek çok sahabî ile istişare etmişti. Herkes istişarede konunun ve konumunun hakkını vermişti. Hz. Ali, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), içinde bulunduğu sıkıntıdan sıyrılması istikametinde görüşünü beyan etmiş ve hizmetçi Hz. Berîre'yi işaret etmişti. O da, şahitliğin hakkını vermişti:

- Ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum; onda, kendisini ayıplayabileceğim zerre kadar bir olumsuzluk görmedim.

Hz. Berire'nin şehadeti aslında yeterliydi; ama meseleyi çözme adına başka şahitliklere de başvurdu Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve kız kardeşi Hamne’nin de tesirinde kaldığı olayı Hz. Zeyneb b. Cahş'a sordu. Onun cevabı ise şöyle olmuştu: "Ben, görmediğim bir hususta gözümü ve duymadığım bir kelâm karşısında da kulağımı muhafaza etmek isterim. Şu kadar ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!"

Hicret'in 5. yılında cereyan eden, Hz. Aişe (r.anhâ) üzerinden Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) konumunu sarsmaya matuf olarak gelişen ve azınlık bir grup tarafından bilinçli bir şekilde yayılan ifk hâdisesi, İslâm tarihinde daha sonra yaşanacak benzer temelsiz iddialara karşı tavır belirlemek için hakkında âyet indirilen ve pek çok hükmün uygulamalı misâli olan bir hâdisedir.

Günümüzde de mü'minler duydukları temelsiz ithamlar karşısında, hüsnüzannı esas tutup "Delil yoksa, bu bir iftiradır." diyerek Kur'ânî bir tavır sergilemelidirler.


1. İfk hadisesinin farklı kaynaklardan derlenmiş tafsilatlı anlatımı için bkz.: Mü'minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe, Reşit Haylamaz, s.171 vd..

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Bir HADİS: Fakat siz acele ediyorsunuz..!


Toplumlar bozulup yoldan çıkmaya başlayınca Allah onlara içlerinden bir peygamber göndermiştir. Her peygamber, aralarında yaşadığı toplumun hayatına iyice yerleşmiş olan yanlışlık ve sapkınlıklara karşı çıkmış ve kendi halkını uyarmıştır. Bütün peygamberler bizzat kendi halklarından, dahası akraba ve yakın çevrelerinden itirazla karşılaşmıştır. Bu itirazlar zamanla eza, cefa ve zulme, nihayet öldürmeye dönmüştür.

Bizzat kendi halkından, kendi yakınlarından gelen itirazlar, her peygamberin, her dava adamının kaderi olmuştur. Kendisinden önceki bilinen son peygamber ile aralarında yaklaşık 500 sene olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) için de aynı durum söz konusudur.

Mekke ileri gelenleri, davetin ilk günlerinde ne olduğunu anlamaya çalışmış ve kısa bir zaman sonra da itirazlara başlamışlardı. İtirazlar zamanla yerini hakaret ve tehditlere bırakmıştı. Hz. Ömer (radıyallâhu anh) gibi çevresi olan güçlü-kuvvetli sahabîler bile hakaret ve tehditlerden nasibini almıştı. Son aşamalarda ise işkence ve öldürmeye sıra gelmişti. Mekke’de zulüm altında şehit olanlar bile olmuştu.

Fakir ve akraba çevresi zayıf olan Müslümanlar işkencelerden en çok nasibini alanlar olmuştu. Baskılar günden güne artıyordu. Mekke artık Müslümanlar için yaşanmaz hale gelmişti. Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtu vesselam) tavsiyesi ile bazı Müslümanlar, içleri kan ağlayarak Mekke’yi terketmek zorunda kalmışlardı.

Zulmün şahitlerinden Habbab b. Eret

Habbab b. Eret (radıyallâhu anh) Mekke’de en çok zulme uğrayan sahabîlerden biriydi. Aslında o, daha önce hür bir insandı. Küçük yaşlarda iken memleketine saldırılmış ve akrabalarıyla birlikte esir alınmış, köle olarak satılmak üzere Mekke’ye getirilmişti.

Habbab b. Eret’i son olarak Huzâa kabilesinden Ümmü Enmâr adlı bir kadın satın almıştı. Hayatı bir köle olarak devam ederken Allah Resûlü’nün (s.a.s.) davetinden haberdar olmuş ve İslâm davetinin ilk günlerinde Müslüman olmuş, dünyada çekeceği sıkıntıları göze alarak o kutlu halkaya girmişti. Okuma-yazma bildiği için yeni gelen ayetleri diğer Müslümanlara öğretirdi. Yine böyle bir eğitim, okuma sırasında Hz. Ömer’e (radıyallâhu anh) yakalanmış ve soğukkanlı tavrı ve olgun duruşuyla Hz. Ömer’in İslam’la yakından tanışmasına vesile olmuştu.

Bir köle olarak kendisine sahip çıkacak kimsesi olmadığı için hem hakaretlere maruz kalıyor, hem de güneş altında kızgın taşlar üzerinde işkenceye tabi tutuluyordu. Vücudundan bu işkence zamanlarından kalan izleri hayatı boyunca taşıdı. Bir gün halife Ömer’i (r.a.) ziyarete gitmişti. Halife ona iltifat ederek, “Gel yanıma, bu meclise Ammar b. Yasir’i istisna edersek, senden daha layık kimse yoktur.” demişti. İslâm’ın ilk günlerinden, Allah için çekilen sıkıntılardan konuşmuşlardı. Habbab (r.a.), Hz. Ömer ve çevresindekilere, zor zamanlarda Müslüman olmanın neticesi olarak onurla taşıdığı işkence izlerini, yıllar sonra, göstermişti.

Habbab elinden iş gelen maharetli bir kimseydi. Küçük bir kulübesi vardı. Efendisinin, bir emri veya işi olmadığı zamanlarda sabahtan akşama, ateşin karşısında demir döver, kılıç ve kalkan yapardı. Her gün hem hakaretlere maruz kalıyor, hem de fiziki işkenceye uğruyordu. Artık canına tak etmiş, dayanamayacak duruma gelmişti.

Aynı zor durumu ve düşünceleri paylaşan arkadaşı ile dertlerini açmak için Resûl-i Ekrem Efendimiz’i (aleyhisselam) aramaya çıkmışlardı.
Bundan sonrası bizzat Habbab b. Eret’ten (r.a.) dinleyelim:

شَكَوْنَا إِلَى رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ مُتَوسِّدٌ بُرْدَةً لَهُ فِي ظِلِّ الْكَعْبةِ، فَقُلْنَا: أَلَا تَسْتَنْصِرُ لَنَا أَلا تَدْعُو لَنَا؟ فَقَالَ:
قَدْ كَانَ مَنْ قَبْلَكُمْ يُؤْخَذُ الرَّجُلُ فَيُحْفَرُ لَهُ فِي الْأَرْضِ فَيُجْعَلُ فِيهَا فَيُجَاءُ بِالْمِنْشَارِ فَيُوضَعُ عَلَى رَأْسِهِ فَيُجْعَلُ نِصْفَيْنِ، وَيُمْشَطُ بِأَمْشَاطِ الْحَدِيدِ مَا دُونَ لَحْمِهِ وَعَظْمِهِ، فَمَا يَصُدُّهُ ذَلِكَ عَنْ دِينِهِ، وَاللهِ لَيُتِمنَّ اللهُ هَذَا الأَمْرَ حَتَّى يَسِيرَ الرَّاكِبُ مِنْ صَنْعاءَ إِلَى حَضْرمْوتَ لا يَخَافُ إِلاَّ اللهَ والذِّئْبَ عَلَى غنَمِهِ، وَلَكِنَّكُمْ تَسْتَعْجِلُونَ.
Allah Resûlü’nü (aleyhissalâtu vesselam) Kâbe’nin gölgesinde gözlerden uzak bir yerde dinlenirken bulduk. Hırkasını başının altına yastık yapmıştı. Yanına gidip durumumuzu, müşriklerden gördüğümüz işkenceleri arzettik. Aslında o da biliyordu çektiklerimizi. Biz olduğumuz yerden İslam’ın istikbali adına ufukta en küçük bir ışık bile göremiyorduk. Ümitlerimiz neredeyse tükenmişti. O kadar zor bir haldeydik ki, Efendimiz’e (s.a.s.);

- Bizim için Allah’tan yardım dilemez misin ey Allah'ın Resûlü! Allah’a bizim için dua etmeyecek misiniz? dedik.

Allah Resûlü (aleyhisselam) -muhtemelen- onlar için dua ettikten sonra bütün Müslümanlara kalıcı bir ders olarak şunları söyledi:

- Sizden önceki topluluklar arasında öyleleri vardı ki, sırf içinde yaşadıkları toplumun yanlışlarını tekrarlamayıp Allah’a iman ettiklerinden dolayı dayanılması çok zor hadiseler ve işkencelerle karşılaşırlardı.

Bazen o inananlardan biri yakalanır, kazılan bir çukura konulurdu. Sonra da imanından vazgeçmediği takdirde bir testere ile başından aşağı ikiye biçilmekle tehdit edilir, fakat bu tehdit onu imanından vazgeçirmezdi.

Bazen bir başka mü’min aynı zulmün farklı bir işkencesinin mağduru olurdu. Yakalanıp getirilen mü’min, etinin, demir taraklarla kemiğinden sıyrılmasıyla tehdit edilirdi. Fakat çoğu zaman ölümle neticelenen en ağır işkenceler bile, o insanları dinlerinden ve davalarından döndüremezdi.

Yemin ederim ki, Allah bu işi mutlaka tamamlayacak, dinini hâkim kılacaktır. Bunun neticesi olarak öyle bir zaman gelecek ki, bir kişi San’a’dan Hadramut’a kadar (bir haftadan fazla süren bu güzergâhta) tek başına yolculuk edecek de başına ilahi takdir dışında bir şey gelmeyeceğinden emin olacak. Şu anda korkunun hâkim olduğu bu güzergahta yalnız başına seyahat eden bu adamın tek endişesi, sürüsüne kurtların saldırması olacak...

Ne var ki, siz acele ediyorsunuz... Her şeyin bir vakt-i merhûnu olduğunu düşünemiyor ve zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır gösteremiyorsunuz.” (Buhârî, İkrah 1; Ebu Dâvud, Cihâd 107; Nesâî, Zînet 98)



Not: O gün Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunları dinleyen sahabîlerden biri, yıllar sonra böylesine huzur tüten bir iklimi gerçekten yaşadığını yeminle ifade ederek Rabbine hamd etmişti...

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Dünya için, dinlerini satanlar... İmam Rabbânî, 33. Mektup













Dinî değerlerini dünyalık menfaatler için satan âlimler/din adamları her dönemde olmuştur. İmam Rabbânî kendi dönemindeki, dinî ilimleri dünyalık kazanma, belli makamlara gelme, idarecileri memnun ederek dünyalık elde etme vesilesi yapan âlimleri uyardığı bir mektubu, söz konusu kişilerin tanınması ve bu "mektup"tan istifade edilmesi için önce sadece Türkçesini, devamında Arapça-Türkçe karşılaştırmalı olarak paylaşıyorum... 

Bu 33. mektup, Molla Hacı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Dünyayı seven ve ilmi, dünyalık kazanma vesilesi yapan kötü ilim adamlarının zararını bildirmekte ve dünyaya düşkün olmayan âlimleri methetmektedir:

Âlimlerdeki dünya sevgisi ve dünyalık şeylere düşkünlük, güzel yüzlerindeki siyah leke gibidir. Dünya sevgisine yenik düşmüş âlimlerin ilmi/bilgisi başkalarına pek çok fayda sağlasa bile, kendilerine hiçbir faydası olmaz.

Bunların sa’y u gayretlerinin neticesi olarak dini teyit, İslamiyet’i takviye gibi güzel şeyler ortaya çıkıyor gibi görünse bile buna çok itibar edilmez. Zira dini takviye işi, bazen kâfir ve fâsıklar tarafından da yapılır. Nitekim, Efendiler Efendisi (aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vetteslîmât) günahkar ve kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir bir adamla da teyit ve takviye eder.” (Buhâri, cihad 182; Müslim, iman 46)

Bunlar Fâris taşı gibidirler ki, bu taşa saydam bir şey sürüldüğünde demiri altına dönüştürür. Fakat kendisi yine taş olarak kalır. Yine bu insanlar temel maddesi odun olan bir ateşe benzer, başkaları bu ateşten istifade eder. Ancak odunun, kendisine hiç faydası olmaz. Bu tür ulema-i sû/kötü âlimlerin ilimleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. Taş da odun da yaptıkları işten kendileri bir kar elde edemezler. Tam aksine kötü âlimlerin ilmi, kendilerine zarar verir. Çünkü bu ilim, kıyamet günü kendileri aleyhine delil olacak, mazeretlerini ellerinden alacaktır.

Bunlar için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem): “Kıyamet gününde, en ağır azaba maruz kalacak olan kimse, ilmi kendisine fayda sağlamayan âlimdir.” (Taberani, câmius-sağîr 1/305) buyurmuşlardır.

Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi; mal biriktirmeye, makam ve koltuk kapmaya ve başa geçmeye vesîle edenlere, bu ilim nasıl zararlı olmasın ki?! Zira, dünyaya ve dünyevî şeylere düşkünlük, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iş olduğu ortaya çıkıyor. Onun kıymet verdiğini basit ve küçük görmek, O’nun katında değersiz olana önem verip büyütmek çok büyük bir kabahattir. Hatta işin aslında bu, Allah Teâlâ’ya karşı gelmek, O’nunla zıtlaşmak manasına gelmektir.

Ders vermek, insanların dini konulardaki problemlerine çözüm üretmek, ancak, Allah rızâsı için olduğunda ve sosyal statü, konum, mal ve şöhret kazanma gibi şaibelerden uzak bulunduğunda fayda sağlar. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır.

Dünyaya düşkün, dünya sevgisinin esiri olan din adamları, hakikatte dünyalık âlimlerdir. Bunlar aynı zamanda ulemais-sû (kötü âlimler)’dir. Bunlar insanların en şerlisi, en alçağıdır. Bunlara “din hırsızları” da denilebilir.

Görünürde bunlar, kendilerini dinî konularda uyulması gereken din adamı olarak bilir, öyle tanıtırlar. Bunlar kendilerini insanların en faziletlileri zannederler. Kendilerini doğru yolda, bir hakikat üzere sanırlar; halbuki bunlar yalancıların ta kendileridir.

Mücâdile suresindeki, “Şeytan onların akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar Şeytan’ın takımıdır ve şunu unutmayın ki Şeytan’ın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur.” (Mücadile sûresi, 19) meâlindeki âyet-i kerîme bunların durumunu anlatır.

Büyüklerden biri şeytanı boş boş otururken görür. Şeytan enteresan bir şekilde insanları aldatmakla uğraşmamaktadır. Şeytana boş boş oturmasının sebebini sorar. Şeytan şöyle cevap verir:
Zamanın din adamı geçinen, ulemâus-sû’u (kötü âlimleri), insanları yoldan çıkarmakta, o kadar çok yardım ediyor, bana ihtiyaç bırakmıyor ki, benim bu işle özel olarak uğraşmama gerek kalmıyor.

Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini yaşamakta gösterilen gevşeklik ve zaaflar, insanlardaki dini duyguyu takviye konusunda gösterilen fütur, hep bu dini dünyaları için kullanan âlimler(!) yüzünden olmakta, onların bozuk niyetlerinden kaynaklanmaktadır.

Gönlünü dünyaya kaptırmayan, mal, konum, mevki’, şöhret kazanma ve başa geçme sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret öncelikli yaşayan âlimlerdir. İnsanların en faziletlisi ve Peygamber vârisleri de işte bunlardır. Kıyamet günü, bu âlimlerin mürekkebi, Allah için canını veren şehitlerin kanı ile tartılacak ve bu âlimlerin Allah için sarfettikleri mürekkep, şehitlerin kanından daha ağır gelecektir.

“Hakiki âlimlerin uykusu ibadettir.” (Keşfu’l-hafâ, 2/325) beyanı, ahireti dünyaya tercih eden gerçek âlimleri anlatmaktadır. Ahiretin göz alıcı nimet ve güzellikleri onların gözünde daha başka bir güzel görünür. Onların gözünde dünyanın çirkinlik ve kötülüğü apaçık bir şekilde bellidir. Ahirete “bekâ nazarı”yla bakar; dünyanın fena ve zevalinin hep farkında bulunurlar. Kuşkusuz bunlar “fâni” olan dünyadan kaçmış ve “bâkî” olan ahirete yönelmişlerdir.

Ahiretin büyüklüğünün ve öneminin farkında olabilmek, Allah Teâlâ’nın “celâl”ini, sonsuz büyüklüğünü “müşahede” ile olur. Dünyanın kendine bakan yünüyle küçüklüğü ve dünyalıkların da basitliğini bilmek ahiretin büyüklüğünü müşahedeyle mümkündür. Çünkü dünya ile ahiret birbirinin zıddı, iki “kuma” gibidir. Sadece biri razı edilirse; öteki incinir. Şayet dünya tek taraflı olarak üstün tutulursa ahiret o kişinin nazarında değerini kaybedip küçülür. Nazarında dünya küçük olan kimse, ahirete kıymet vermiş olur. Her ikisine hakkını vermek; birisini boşlamamak gerekir; her ne kadar bu, bir arada bulunması mümkün olmayan “iki zıt şeyi bir araya getirmek” gibi olsa bile.
Şair ne güzel der: “Din ve dünya beraber değerlendirilse ne güzel olur!”

Şurası bir gerçek ki, bazı Hak dostları nefislerinin ve beşerî garîzelerinin esaretinden tamamen kurtulmuş olmalarına rağmen bazı sebeplerle zâhiren ehl-i dünya gibi, dünyayı seviyor ve istiyor görünürler. Aslında içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.
Oralarda, sabah akşam O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaretler, ne alım ve satımlar onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz.” (Nur sûresi, 37) ayeti bu tür Hak dostlarını anlatır. Bunlar dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki bu tür dünyalıklarla hiç bağları yoktur.

Hâce Behâeddîn-i Nakşibend (kuddise sirruh) der ki:
Mekke-i Mükerreme’de Mina pazarında, bir tâcir/işadamı gördüm. Bu tâcir, aşağı yukarı, elli bin altın değerinde ticaret yapıyordu. Baktım ki, bu esnâda kalbi, Allah’tan bir an olsun gafil bulunmuyordu.

İmam Rabbani, 33. Mektup Arapça-Türkçe

المكتوب الثالث والثلاثون صدر الى الحاج الملا محمد اللاهوري في بيان مذمة علماء السوء الذين هم في اسر محبة الدنيا ومدح العلماء الزهاد الذين يرغبون عن الدنيا.
Bu 33. mektup, Molla Hacı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Dünyayı seven ve ilmi, dünyalık kazanma vesilesi yapan kötü ilim adamlarının zararını bildirmekte ve dünyaya düşkün olmayan âlimleri methetmektedir:

ان محبة الدنيا من العلماء ورغبتهم فيها كَلَفٌ على وجه جمالهم وان كان يحصل منهم فوائد للخلائق لكن لا يكون علمهم نافعًا في حقهم.
Âlimlerdeki dünya sevgisi ve dünyalık şeylere düşkünlük, güzel yüzlerindeki siyah leke gibidir. Dünya sevgisine yenik düşmüş âlimlerin ilmi/bilgisi başkalarına pek çok fayda sağlasa bile, kendilerine hiçbir faydası olmaz.

وان كان تأييد الشريعة وتقوية الملة مرتبا عليهم لكن لا اعتبار على ذلك، فان التأييد والتقوية يحصل من أهل الفجور وارباب الفتور احيانًا كما اخبر سيد الانبياء عليه و على آله الصلوات و التسليمات عن تأييد الفاجر حيث قال :ان الله ليؤيد هذا الدين بالرجل الفاجر
Bunların sa’y u gayretlerinin neticesi olarak dini teyit, İslamiyet’i takviye gibi güzel şeyler ortaya çıkıyor gibi görünse bile buna çok itibar edilmez. Zira dini takviye işi, bazen kâfir ve fâsıklar tarafından da yapılır. Nitekim, Efendiler Efendisi (aleyhi ve alâ âlihissalavâtü vetteslîmât) günahkar ve kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir bir adamla da teyit ve takviye eder.” (Buhâri, cihad 182; Müslim, iman 46)

وهم كحجر الفارس حيث ان كلما يلصق به من الشيئ الاملس والحديد يكون ذهبًا وهو باق على حجريته وكالنار المودعة في الحجر والشجر فانه يحصل منها منافع للعالم ولكن لا نصيب للحجر والشجر من تلك النار المودعة في باطنهما بل اقول ان ذلك العلم مضر في حقهم لانه به تمت الحجة عليهم
Bunlar Fâris taşı gibidirler ki, bu taşa saydam bir şey sürüldüğünde demiri altına dönüştürür. Fakat kendisi yine taş olarak kalır. Yine bu insanlar temel maddesi odun olan bir ateşe benzer, başkaları bu ateşten istifade eder. Ancak odunun, kendisine hiç faydası olmaz. Bu tür ulema-i sû/kötü âlimlerin ilimleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamaz. Taş da odun da yaptıkları işten kendileri bir kar elde edemezler. Tam aksine kötü âlimlerin ilmi, kendilerine zarar verir. Çünkü bu ilim, kıyamet günü kendileri aleyhine delil olacak, mazeretlerini ellerinden alacaktır.

كما قال النبي عليه الصلاة و السلام ان أشد الناس عذابًا يوم القيامة عالم لم ينفعه الله بعلمه.
Bunlar için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi vesellem): “Kıyamet gününde, en ağır azaba maruz kalacak olan kimse, ilmi kendisine fayda sağlamayan âlimdir.” (Taberani, câmius-sağîr 1/305) buyurmuşlardır.

فكيف لا يكون مضرًا فان العلم الذي هو أعز الأشياء عند الله تعالى واشرف الموجودات جعلوه وسيلة لجمع حطام الدنيا الدنية من المال والجاه والاحباب .والحال ان الدنيا ذليلة عند الله تعالى وحقيرة وابغض المخلوقات عند الله واذلال ما هو عزيز عند الله واعزاز ما هو ذليل عنده في غاية القباحة بل هو معارضة مع الحق سبحانه في الحقيقة.
Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi; mal biriktirmeye, makam ve koltuk kapmaya ve başa geçmeye vesîle edenlere, bu ilim nasıl zararlı olmasın ki?! Zira, dünyaya ve dünyevî şeylere düşkünlük, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iş olduğu ortaya çıkıyor. Onun kıymet verdiğini basit ve küçük görmek, O’nun katında değersiz olana önem verip büyütmek çok büyük bir kabahattir. Hatta işin aslında bu, Allah Teâlâ’ya karşı gelmek, O’nunla zıtlaşmak manasına gelmektir.

والتدريس والافتاء انما يكونان نافعين اذا كانا خالصين لوجه الله تعالى وخاليين عن شائبة حب الجاه والرياسة وطمع حصول المال والرفعة وعلامة خلوهما عن تلك المذكورات الزهد في الدنيا وعدم الرغبة فيها .
Ders vermek, insanların dini konulardaki problemlerine çözüm üretmek, ancak, Allah rızâsı için olduğunda ve sosyal statü, konum, mal ve şöhret kazanma gibi şaibelerden uzak bulunduğunda fayda sağlar. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır.

فالعلماء الذين هم مبتلون ﺑﻬذا البلاء ومأسورون في اسر محبة الدنيا، فهم من علماء الدنيا وهم علماء السوء وشرار الناس ولصوص الدين.
Dünyaya düşkün, dünya sevgisinin esiri olan din adamları, hakikatte dünyalık âlimlerdir. Bunlar aynı zamanda ulemais-sû (kötü âlimler)’dir. Bunlar insanların en şerlisi, en alçağıdır. Bunlara “din hırsızları” da denilebilir.

والحال اﻧﻬم يعتقدون انفسهم مقتدًا ﺑﻬم في الدين وأفضل الخلائق أجمعين ويحسبون أﻧﻬم على شئ الا اﻧﻬم هم الكاذبون
Görünürde bunlar, kendilerini dinî konularda uyulması gereken din adamı olarak bilir, öyle tanıtırlar. Bunlar kendilerini insanların en faziletlileri zannederler. Kendilerini doğru yolda, bir hakikat üzere sanırlar; halbuki bunlar yalancıların ta kendileridir.

استحوذ عليهم الشيطان فانساهم ذكر الله اولئك حزب الشيطان الا ان حزب الشيطان هم الخاسرون.
Mücâdile suresindeki, “Şeytan onların akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar Şeytan’ın takımıdır ve şunu unutmayın ki Şeytan’ın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur.” (Mücadile sûresi, 19) meâlindeki âyet-i kerîme bunların durumunu anlatır.

رأى واحد من الاكابر الشيطان قاعدًا فارغ البال عن الاغواء والاضلال فسأله عن سر قعوده بفراغ البال فقال اللعين: ان علماء السوء في هذا الوقت قد امدوني في امري مددًا عظيمًا وتكفلوا لي بالاضلال حتى جعلوني فارغ البال
Büyüklerden biri şeytanı boş boş otururken görür. Şeytan enteresan bir şekilde insanları aldatmakla uğraşmamaktadır. Şeytana boş boş oturmasının sebebini sorar. Şeytan şöyle cevap verir:
Zamanın din adamı geçinen, ulemâus-sû’u (kötü âlimleri), insanları yoldan çıkarmakta, o kadar çok yardım ediyor, bana ihtiyaç bırakmıyor ki, benim bu işle özel olarak uğraşmama gerek kalmıyor.

الحق ان كل ضعف ووهن وقع في امور الشريعة في هذا الزمان وكل فتور ظهر في ترويج الملة وتقوية الدين انما هو من شؤم علماء السوء وفساد نياﺗﻬم
Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini yaşamakta gösterilen gevşeklik ve zaaflar, insanlardaki dini duyguyu takviye konusunda gösterilen fütur, hep bu dini dünyaları için kullanan âlimler(!) yüzünden olmakta, onların bozuk niyetlerinden kaynaklanmaktadır.

نعم ان كان العلماء راغبين عن الدنيا ومحررين من اسر حب الجاه والرياسة وطمع المال والرفعة فهم من علماء الآخرة وورثة الانبياء عليهم الصلوات و التسليمات وهم افضل الخلائق وهم الذين يوزن مدادهم يوم القيامة بدم الشهداء في سبيل الله فيترجح مدادهم
Gönlünü dünyaya kaptırmayan, mal, konum, mevki’, şöhret kazanma ve başa geçme sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret öncelikli yaşayan âlimlerdir. İnsanların en faziletlisi ve Peygamber vârisleri de işte bunlardır. Kıyamet günü, bu âlimlerin mürekkebi, Allah için canını veren şehitlerin kanı ile tartılacak ve bu âlimlerin Allah için sarfettikleri mürekkep, şehitlerin kanından daha ağır gelecektir.

ونوم العالم عبادة متحقق في حقهم وهم الذين استحسن في نظرهم جمال الآخرة ونضارﺗﻬا وظهرت قباحة الدنيا وشناعتها فنظروا الى الآخرة بنظر البقاء ورأوا الدنيا متسمة بسمة الزوال والفناء فلا جرم هربوا من الفاني واقبلوا على الباقي.
“Hakiki âlimlerin uykusu ibadettir.” (Keşfu’l-hafâ, 2/325) beyanı, ahireti dünyaya tercih eden gerçek âlimleri anlatmaktadır. Ahiretin göz alıcı nimet ve güzellikleri onların gözünde daha başka bir güzel görünür. Onların gözünde dünyanın çirkinlik ve kötülüğü apaçık bir şekilde bellidir. Ahirete “bekâ nazarı”yla bakar; dünyanın fena ve zevalinin hep farkında bulunurlar. Kuşkusuz bunlar “fâni” olan dünyadan kaçmış ve “bâkî” olan ahirete yönelmişlerdir.

وشهود عظمة الآخرة انما هو ثمرة شهود الجلال اللايزالي واذلال الدنيا وتحقير ما فيها من لوازم شهود عظمة الآخرة. لان الدنيا و الآخرة ضرتان ان رضيت احداهما سخطت الأخرى فان كانت الدنيا عزيزة فالآخرة حقيرة وان كانت الدنيا حقيرة فالآخرة عزيزة وجمع هذين الامرين من قبيل جمع الاضداد. (ع): ما احسن الدين والدنيا لو اجتمعا.
Ahiretin büyüklüğünün ve öneminin farkında olabilmek, Allah Teâlâ’nın “celâl”ini, sonsuz büyüklüğünü “müşahede” ile olur. Dünyanın kendine bakan yünüyle küçüklüğü ve dünyalıkların da basitliğini bilmek ahiretin büyüklüğünü müşahedeyle mümkündür. Çünkü dünya ile ahiret birbirinin zıddı, iki “kuma” gibidir. Sadece biri razı edilirse; öteki incinir. Şayet dünya tek taraflı olarak üstün tutulursa ahiret o kişinin nazarında değerini kaybedip küçülür. Nazarında dünya küçük olan kimse, ahirete kıymet vermiş olur. Her ikisine hakkını vermek; birisini boşlamamak gerekir; her ne kadar bu, bir arada bulunması mümkün olmayan “iki zıt şeyi bir araya getirmek” gibi olsa bile.
Şair ne güzel der: “Din ve dünya beraber değerlendirilse ne güzel olur!”

نعم قد اختار جمع من المشائخ الذين تخلصوا عن اسر نفوسهم ومقتضيات طبائعهم بالكلية صورة أهل الدنيا بواسطة نيات حقانية تراهم في الظاهر راغبين فيها ولكن لا علاقة لهم ﺑﻬا في الحقيقة اصلا. بل هم فارغون عن الكل ومتخلصون عن الجميع رجال لا تلهيهم تجارة ولا بيع عن ذكر الله فلا يمنعهم البيع والشراء عن ذكر الله فهم في عين التعلق ﺑﻬذه الامور غير متعلقين بشئ.
Şurası bir gerçek ki, bazı Hak dostları nefislerinin ve beşerî garîzelerinin esaretinden tamamen kurtulmuş olmalarına rağmen bazı sebeplerle zâhiren ehl-i dünya gibi, dünyayı seviyor ve istiyor görünürler. Aslında içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.
Oralarda, sabah akşam O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaretler, ne alım ve satımlar onları Allah’ı zikretmekten, namazı hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz.” (Nur sûresi, 37) ayeti bu tür Hak dostlarını anlatır. Bunlar dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki bu tür dünyalıklarla hiç bağları yoktur.

قال الخواجه ﺑﻬاء الدين النقشبند قدس سره رأيت في سوق منى تاجرًا اتجر بمقدار خمسين الف دينار تقريبًا ولم يغفل قلبه عن الحق سبحانه لحظة.
Hâce Behâeddîn-i Nakşibend (kuddise sirruh) der ki:
Mekke-i Mükerreme’de Mina pazarında, bir tâcir/işadamı gördüm. Bu tâcir, aşağı yukarı, elli bin altın değerinde ticaret yapıyordu. Baktım ki, bu esnâda kalbi, Allah’tan bir an olsun gafil bulunmuyordu.