30 Kasım 2017 Perşembe

Gulûl



Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi "Gulûl" maddesini -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için paylaşıyorum.

Arzu edenler internet üzerinden TDV İslam Ansiklopedisi’nin bu maddesinin aslına ulaşabilirler..


Gulûl  (الغلول)
Ganimet malına hıyanet  etmek anlamında fıkıh terimi.


Sözlükte “gizlemek, bir şeyi gizlice almak, hırsızlık yapmak; hıyanet etmek” mânalarına gelen gulûl kelimesi, örfte umumiyetle “ganimet malına hıyanet etmek” anlamında kullanılır. Gulûl İslâm hukukunda da bu çerçevede terim anlamı kazanmış ve “devlet malına hıyanet etmek, özellikle de taksim edilmeden önce savaş ganimetinden bir şey çalmak” şeklinde tanımlanmıştır.

Gulûl masdarından türemiş bazı kelimelerin Kur’ân-ı Kerîm’de (bk. el-Mâide 5/64; el-A‘râf 7/43, 157) ve hadislerde (bk. Dârimî, “Zekât”, 47; Buhârî, “Cihâd”, 190; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 133, 134; İbn Mâce, “Cihâd”, 24; Nesâî, “Zekât”, 48) kullanıldığı görülmektedir. Meselâ Kur’an’daki, “Bir peygambere -ganimete, devlet malına- hıyanet etmesi yakışmaz. Kim hıyanet ederse kıyamet günü hainlik ettiği şeyle birlikte -günahı boynuna asılı olduğu halde- gelir. Sonra herkese kazandığı tastamam verilir” mealindeki âyet (Âl-i İmrân 3/161), nüzûl sebebiyle ilgili rivayetler göz önünde bulundurulduğunda gulûl kelimesinin hem sözlük hem de terim anlamı için en uygun örneklerden birini teşkil eder.

Gulûl Hz. Peygamber’in, “Hıyanet de (iğlâl) yok hırsızlık da (islâl)” hadisinde ve diğer bazı hadislerde sadece ganimet malına ihanetle sınırlı olmayıp daha geniş bir kapsama sahiptir.
Meselâ Ebû Humeyd es-Sâidî’den rivayet edilen bir hadise göre, Resûlullah Ezd kabilesinden İbnü’l-Lütbiyye’yi zekât toplamakla görevlendirmiş, bu zatın daha sonra bazı mallarla gelip Hz. Peygamber’e, “Şunlar size ait, bunlar da bana hediye olarak verildi” demesi üzerine Resul-i Ekrem minbere çıkarak, “Benim -zekât toplamak için- gönderdiğim bir memura ne oluyor ki, ‘Şunlar sizin, şunlar da bana hediye edildi’ diyebiliyor? Dikkat edin, bu kişi evinde otursaydı kendisine hediye verilir miydi? Muhammed’i kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki sizden biriniz ondan bir şey alırsa kıyamet gününde sırtında böğüren bir deve, bağıran bir sığır, meleyen bir koyunla gelecektir.” demiştir.

Ebû Humeyd’den rivayet edilen diğer bir hadiste ise, “Vergi memurlarına (âmil) verilen hediyeler gulûldür” ifadesi yer almaktadır. Son hadisin isnadında zayıflık bulunmakla beraber genel olarak bu deliller, valilere ve vergi memurlarına verilen hediyelerin gulûl sayılacağını göstermektedir. Nitekim Müstevrid b. Şeddâd’dan rivayet edilen hadiste de Hz. Peygamber şöyle demiştir. “Kim bizim bir işimize tayin edilirse bir zevce edinsin; hizmetçisi yoksa hizmetçi, evi yoksa ev alsın. Bunlardan fazlasını isteyen veya alan olursa o hıyanette bulunmuş veya hırsızlık yapmış olur.

Yukarıdaki âyetin gerek kıraat gerekse nüzûl sebebiyle ilgili olarak literatürde yer alan farklı görüş ve açıklamalar göz önünde tutulursa bu âyete, “Peygamber’in ganimete ihanet etmesi yakışık almaz” veya, “Herhangi bir kişinin peygambere ihanet etmesi yaraşmaz” şeklinde iki farklı anlam vermek mümkün olmaktadır. İbn Mes‘ûd ile Hz. Ali’nin söz konusu âyete ikinci anlamı verdiği rivayet edilir. Ancak ağırlıklı görüşe göre özel olarak gulûl hakkında gelen bu âyet, Uhud Gazvesi’nde Ayneyn geçidine yerleştirilen okçuların kendilerine ganimetten pay verilmeyeceği endişesiyle yerlerini terketmesi ve bunun sonucunda müslümanların yenilmesi dolayısıyla inmiş olup bununla bir peygamberin ganimetlerin taksiminde haksızlık yapmayacağı vurgulanmıştır. Anlam farklılığı doğurmamakla birlikte bu konuda başka nüzûl sebeplerinden de bahsedilmektedir. Âl-i İmrân sûresinin 161. âyetinin nüzûl sebebi olarak belirtilen olaylarla ilgili bu tartışmalardan, o günün siyasî ve iktisadî şartlarının hicretten hemen sonra savaş hukuku ve buna bağlı olarak ganimetler hakkında çeşitli hükümlerin vaz‘ını zorunlu hale getirdiği anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’den sonra da devam eden fetihler ve uygulama örnekleri fakihler için zengin bir malzeme teşkil etmiştir. Bunun sonucu olarak da klasik İslâm hukuku literatürü içerisinde savaş hukukuyla ilgili konulara geniş yer verilmiş, özellikle ganimetlerin elde edilmesi, taşınması, korunması, paylaştırılması, pay sahipleri ve pay oranları gibi konuların yanı sıra ganimet malına karşı işlenen suçlar ve öngörülen tedbir ve cezalar da ayrıntılı şekilde ele alınmıştır (bk. GANİMET).

İslâmiyet’in ilk dönemlerinden itibaren hukukî ve beşerî ilişkiler dinî ve ahlâkî yönleriyle birlikte bir bütün halinde işlenmiş, bu sebeple de paylaşılmadan önce ganimetlerden bir şey çalan kişinin dünyevî hükümlerin yanı sıra âhiret hayatında göreceği ceza da özel olarak vurgulanmıştır. Âhiret hayatındaki bu sorumluluğu en ince ayrıntılarına kadar tasvir eden pek çok hadis bulunmaktadır. İslâm âlimleri, bu hadislerden hareketle gulûlün büyük günahlardan (kebâir) olduğunu belirtmişlerdir.

Ganimet malına ihanet etmenin dünyevî hükmüne gelince, “Ganimetten alınan ipliği, iğneyi, bundan daha değerli veya düşük olanı geri veriniz” meâlindeki hadis, taksim edilmeden önce ganimet malından en küçük bir şeyi dahi almanın câiz olmadığını göstermektedir. Ancak ihtiyaç içinde bulunan bir kişinin savaş mahallindeki yiyeceklerden yiyebileceği, hayvan yemlerinden ve av hayvanlarından faydalanabileceği konusunda İslâm hukukçuları hemen hemen görüş birliği içindedir. Delil olarak da Hz. Peygamber’in Hayber günü bu durumdaki bir sahâbînin benzeri bir davranışını hoş karşılamasını ve sahâbîler arasında öteden beri bu yönde bir uygulamanın bulunmasını gösterirler. Nitekim Hasan-ı Basrî, sahâbîlerin bir yeri fethettikleri zaman orada buldukları un, yağ ve baldan yediklerini, Atâ b. Ebû Rebâh ise seriyyeye katılan gazilerin yağ, bal ve diğer yiyeceklerden faydalandıklarını, kalanları ise kumandanlarına verdiklerini söylemektedir. Ancak İbn Şihâb ez-Zührî, düşman arazisinde yiyeceklerden ancak kumandanın izniyle alınabileceğini belirtmektedir.

Öte yandan Sâlih b. Muhammed b. Zâide’den nakledilen, “Bir kişiyi ganimet malına hıyanet ederken yakaladığınız zaman eşyasını yakınız ve onu dövünüz” meâlindeki hadis İslâm âlimleri arasında geniş tartışmalara sebep olmuştur. Ebû Dâvûd’un yine aynı şahıstan rivayet ettiği bir haberde de bu râvinin Velîd b. Hişâm ile beraber bir savaşa katıldığını, ordu içerisinde Sâlim b. Abdullah b. Ömer ve Ömer b. Abdülazîz gibi kişilerin de bulunduğunu, bu arada ordudan birinin ganimet malından çaldığını, Velîd’in o kişinin eşyasının yakılmasını emrettiğini ve adamı teşhir ederek ganimetten ona herhangi bir pay vermediğini kaydetmekte ve bu haberi yukarıdaki hadisten daha sahih gördüğünü belirtmektedir.
Fakat bu hadislerin senedinde yer alan Sâlih b. Muhammed’in rivayetinin delil olarak kullanılmasının uygun olmadığı görüşleri de vardır.
Yine Amr b. Şuayb’dan nakledilen bir hadiste Hz. Peygamber’in, Ebû Bekir ve Ömer’in ganimet malına hıyanet eden kimsenin eşyasını yaktırdıkları ve onu dayakla cezalandırdıkları bildirilmiştir. Bu hadislerden hareketle Evzâî, İshak b. Râhûye ve Ahmed b. Hanbel gibi hukukçular, ganimet malını çalan kişinin binek hayvanı ve silâhı dışındaki bütün eşyasının, Evzâî’den gelen bir başka görüşte üzerindeki elbisesiyle atının eyer ve semeri dışında bütün eşyasının yakılacağını, çaldığı malın ise yakılmayacağını söylemişlerdir. Ancak bu hadislerin sıhhatine ve kendisinden daha kuvvetli delillerle çatışamayacağına dair görüşler de dikkate alınırsa, gerek özel olarak gulûl konusundaki hadis ve uygulamalardan gerekse suç-ceza dengesi, mal israf ve itlâfı gibi konularda naslardan çıkarılan genel ilkelerden hareketle, ganimet malını alan kişinin eşyasının yakılmasının gerekli olmadığı sonucuna varmak mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber, Hayber Savaşı sırasında ölen bir kişinin gulûlde bulunduğunu haber vermiş, ashap o kişinin eşyasını araştırarak bunların içinde yahudi boncukları bulmuş, fakat Resûl-i Ekrem onun eşyasını yaktırmamıştır. Bu sebeple başta Ebû Hanîfe, Mâlik, Leys b. Sa‘d ve Şafiî olmak üzere İslâm hukukçularının çoğunluğu bu durumda malların yakılmayacağını; ayrıca Leys, Şâfiî ve Dâvûd ez-Zâhirî o kişinin ancak gulûlün yasaklandığını bilmesi halinde cezalandırılacağını söylemişlerdir. Bu durumda, ganimet malını çalan kimseden çaldığı malın geri alınması veya tazmin ettirilmesi, ona uslandırıcı bir cezanın (ta‘zîr) verilmesi ve ganimetten mahrum edilmesi, cezalandırmada caydırıcılık ilkesine daha uygun bir şekil olmalıdır.

İslâm hukukçuları, gulûl yapan kimsenin mümkünse aldığı bütün malları ganimetler dağıtılmadan önce iade etmesinin gerektiği, böyle bir davranışın ise onun için tövbe ve günahtan kurtuluş olduğu konusunda birleşmişler, ancak askerin dağılması ve onlara ulaşamaması halinde nasıl davranacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Aralarında Ubâde b. Sâmit, Muâviye, Hasan-ı Basrî, Zührî, Mâlik, Leys, Evzâî ve Ahmed b. Hanbel gibi âlimlerin bulunduğu bir grup onun beşte birini devlet başkanına vermesi, geri kalanını ise tasadduk etmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Buna karşılık Şâfiî, başkasının malını tasadduk etmenin câiz görülmediği noktasından hareketle bu kişinin böyle bir harekette bulunma hakkının olmadığını ve onu devlete iade etmesi gerektiğini söylemiştir. Ancak bu tartışmanın, gulûlden ziyade buluntu malın (lukata) tanımı, ilânı ve sahibinin bulunamaması halinde tasadduk edilmesi konularındaki doktrinel ihtilâfların bir sonucu olduğu görülmektedir.

Ganimetten çalınan mal, hırsızlık haddinin uygulanması için şart olan nisaba ulaşmış veya gulûl yapan kimse ganimetler arasında bulunan bir câriyeye tecavüz etmişse bu kişiye hırsızlık veya zina haddinin uygulanıp uygulanmayacağı konusunda İslâm hukukçuları ihtilâf etmişlerdir. Çoğunluk, gulûl yapan kimsenin söz konusu ganimette hakkı olmasını, diğer bir ifadeyle mülkiyet şüphesi bulunmasını gerekçe göstererek ve hadlerin şüpheyle sâkıt olması ilkesini dikkate alarak bu durumda had cezalarının uygulanmayacağı, kendisine ta‘zîren bir ceza verileceği görüşündedir. (Ferhat Koca, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Gulûl” maddesi)

29 Kasım 2017 Çarşamba

İnsanlığa Bir Rol Model: Hz. Muhammed (aleyhisselam)


2004 yılında Zaman gazetesi için Peygamber Efendimiz'in (aleyissalâtu vesselam) doğumu vesilesiyle bir makale kaleme almıştım.
Özellikle günümüzde O'nun örnekliğine ihtiyacımız ne kadar da fazla hayatın her alanında...!



Allah, dinini insanlara ulaştırmak için yine onların içinden, onlar gibi birisini seçmiştir. Gerçi, ilk muhataplardan bazılarının da ifade ettiği gibi, bu dini insanlara bir melek anlatabilirdi. Ama bir melekle insanlara ulaştırılan din, örnek alınması mümkün olmadığından her yönüyle mükemmel bir beşer tarafından anlatıldığı kadar etkili ve kalıcı olmayacaktır.
Kendi devrindeki bazı inkârcıların bir eksik olarak kabul ettiği, yiyen, içen ve ihtiyaçlarını karşılamak için çarşı-pazarda dolaşan bir peygamber vardır. Aslında O’nun insan olması bütün insanlık için örnek ve model olmasının gereğidir. Bir ayette Kur’an, bu durumu ifade eder ve insanlara dünya ve ahirette muvaffakiyet istiyorlarsa kimi örnek alacaklarını anlatır: Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem).
Hakikaten, Allah’ın Resûlü’nde sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.” (Ahzab sûresi, 21) Bu ayet aynı zamanda bize farklı bir empati yapmamızı da tavsiye etmektedir.

Efendimiz’i (s.a.s) anlamak...
Bilindiği gibi empati, karşımızdaki insanı anlamak için kendimizi onun yerine koyarak, onun psikolojik durumunu ve hangi şartlar altında karar verdiğini düşünüp, onu kendi şartları içinde anlamaya çalışmaktır. Tarifle tam örtüşmese bile, buradan yola çıkarak Müslümanlar olarak biz de hayatta karşılaştığımız her hadiseyi “Peygamber Efendimiz hayatta olsaydı, bu durumda ne yapardı.” şeklinde değerlendirebiliriz. Bu değerlendirmeyi yapabilmek için de elimizde yeterli bilgi vardır. O’nun dışında, -özellikle peygamberlikten sonraki- hayatı bu kadar derinliğine incelenmiş ikinci bir şahıs göstermek mümkün değildir. Sahabîler O’nu, yemesinden içmesine, yatmasından kalkmasına, konuşmasından susmasına, gülmesinden ağlamasına.. bütün yönleriyle kendilerinden sonra geleceklere tanıtmışlardır. Hayatı bu kadar ayrıntılı anlatılmış olan Allah Resûlü; ya tanınmıyor ya da anlatılanlar, kafada oluşturulan bir peygamber imajının etkisi altında değişik yorumlarla farklı bir hal alıyor. O’nun mükemmelliğini ve bunun yanında da farklı özellikleriyle bir insan olduğunu şair şöyle ifade eder: “Hz. Muhammed (s.a.s) bir beşerdir; ama diğer insanlar gibi değil. Bilakis O, taşlar arasında elmas gibidir.” Elmas da maddesi itibarıyla taştır. Ama o diğer taşlar gibi değildir; insanlar onu yükseklerde tutarlar.

Şimdi O’nun günümüz Müslümanlarına, hatta bütün insanlığa yol gösterebilecek olan pek çok vasfından bazılarını görüp, diğerlerini daha ziyade O’nun bir insan olarak yaşadıklarını ve beşeri yönünü anlatan, “siyer felsefesi” de diyebileceğimiz kitaplara havale etmek istiyoruz.

O “Muhammedü’l-Emin”di...
Hz. Muhammed (s.a.s) insanların en cömerdiydi. Allah Resûlü’nün bu yönünü anlatan sahabîler, O’nun hiç kimseyi hiçbir zaman reddetmediğini, istenilen şeyi mutlaka verdiğini, yoksa vermeyi vadettiğini anlatırlar. Bu hususta Hz. Ömer’in anlattığı bir hâdise şöyledir:
Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtu vesselam) huzuruna bir yoksul gelir, ihtiyacını söyler. İstediği şey Allah Resûlü’nde yoktur. Olmadığı için de gidip çarşıdan satın almasını ve borcu kendi hesabına yazdırmasını, eline para geçtiği zaman borcunu ödeyeceğini söyler. Hâlbuki aynı kişiye daha önce de yardım yapılmıştır. Hz. Ömer bundan duyduğu rahatsızlığı haliyle ifade eder. Ancak Allah Resûlü, “Bana infak etmem ve infak ettiğimden dolayı yoksulluğa düşmekten korkmamam emredildi.” buyurur ve tarihe cömertlik örneklerinin en müstesnalarından bir tanesini daha armağan eder.
O, her hususta insanların kendisine güvendiği bir kişiydi. Sözlerinde hiçbir zaman hilaf-ı vaki olmazdı. Şakalarında bile doğruluk vardı, hemen göze çarpmasa bile. Henüz peygamber olmadan önce bile insanlar, O’na her hususta güvenebileceklerini biliyorlardı. Bu yüzden kendisine “Doğrudan hiç ayrılmaz, hep doğruyu ifade eder ve kendisine her hususta güvenilebilecek bir insandır” manasına “el-Emîn” demişlerdi.
Kâbe’nin tamiri sırasındaki bir problemde insanların O’ndan beklentisi güvenilirliğini çok iyi ifade etmektedir. Kâbe tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in tekrar eski yerine konulması büyük bir mesele haline gelmişti. Bu, önemli bir işti. Hiç kimse bu şerefli işi başkasına bırakmak istemiyordu. Neredeyse kavgaya tutuşacaklardı. İçlerinden birisi Kâbe’ye ilk giren kişinin hakem olmasını önerdi. Bu hususta anlaştılar. Kâbe’ye ilk girecek kişi olarak uzaktan Hz. Muhammed’i (s.a.s.) görünce; “el-Emin” (güvenilir insan) geliyor” diyerek O’nun çözümüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler. Çünkü O’nun en uygun yolu bulacağını ve kimseye haksızlık yapmayacağını katiyen biliyorlardı.
O’nun doğruluğunu belgeleyen bir başka hadise de henüz Müslüman olmamış Ebu Süfyan’la Herakliyus arasında geçen bir konuşmadır. Herakliyus, Ebu Süfyan’a Allah Resûlü’nü sorar. O da bazı olaylar anlatır. Konuşmanın bir yerinde Efendimiz’in hayatında hiç yalan söylemediğini söyleyince, Herakliyus şu enfes tespiti yapar: “Bunca zaman insanlara yalan söylemekten kaçınan bir insanın bu yaşından sonra kalkıp Allah’a karşı yalan söylemesi mümkün değildir.
Verdiği sözde durmada da Efendimiz zirveyi temsil eder. Bu hususta da O’nun derinliğine ihtiyacımız apaçık görülmektedir. “Söz verdiğinizde aksini yapmayın, sözünüzde durun” buyuran Allah Resûlü, bunu, hem de daha peygamber olmadan önce kendi hayatında uyguluyordu. Bir sahabî anlatıyor: “Henüz İslam dini gelip insanları içinde bulundukları cahiliye karanlıklarından kurtarmadan önce İnsanlığın İftihar Tablosu’yla bir yerde buluşmak üzere anlaşmıştık. Ancak ben sözleşmemizi unutmuşum. Üç gün sonra hatırladım. Hemen buluşma yerine gittim. O bekliyordu. Bana kızmadı ve darılmadı. Ondan ancak şu sözü işittim, “Delikanlı! Bana meşakkat verdin. Üç gündür seni burada bekliyorum.”

 Merhametlilerin en güzeli!
Allah Resûlü merhamet yönünden de örnek alınması gereken bir rehberdi. O “Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin” ve “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.” buyurmasının yanında kendisi de merhametin en güzel örneklerini sunuyordu. Mekkeliler O’nu kendi şehrinden çıkarmış, kaç defa kılıçlarıyla karşısına çıkmış ve en son da aydınlık şehir Medine’de kendisini muhasara altına almışlardı. Sıra kendisine gelmiş ve Mekke’ye muzaffer bir komutan gibi değil, neredeyse başı atının boynuna değecek kadar eğilmiş bir vaziyette giriyordu. Bütün Mekkeliler endişe içindeydiler. Allah Resûlü sordu:
“Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” Onlar da,
“Sen kerimoğlu kerimsin. Senden ancak kerem beklenir.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz de:
Gidin! Hepiniz hürsünüz. Bugün size kınama yok. Allah hepinizi bağışlasın.” dedi ve onları serbest bıraktı.
Bu merhamet ve müsamaha karşısında da çoğu iman ediyor ve Müslüman oluyordu. Kendisinden bir topluluğa lanet okumasını isteyenlere, merhametinin bir yönü olarak, “Ben lânet okumak için değil, âlemlere rahmet olmak üzere gönderildim.” buyurmuştu.
Efendimiz’in merhameti sadece insanlarla sınırlı değildi. O hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Allah Resûlü’nün de içlerinde bulunduğu bir seferden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, bazı sahabiler bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. O esnada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce çırpınmaya ve acı sesler çıkarmaya başladı. Efendimiz, ne olduğunu öğrenince bu işi yapanlara memnuniyetsizliğini belli etti ve yavruların hemen yuvaya konulmasını emretti.
Hz. Aişe (r.anhâ) evinde bir kuş besliyordu. Onun anlattığına göre Allah Resûlü evdeyken kuş sanki O’ndan bir şeyler öğrenecekmiş gibi sükûnetle dururdu. Evden ayrılınca da huysuzlaşırdı. O’nun sayesinde hayvanlar da Allah’ın yarattığı İlahi bir sanat olma seviyesini kazanmışlardı.
Haram olmayan iki şey arasında birisini seçmesi için serbest bırakılan Peygamberimiz, her zaman bunlardan kolay olanını seçerdi. Hoşlanmadığı bir şey olunca, bu, yüzünden belli olurdu. Allah Resûlü bir kişinin üzüleceği bir şeyi yüzüne karşı söylemez ve hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı.
Allah Resûlü çocuklara karşı da çok şefkatliydi. Oğlu İbrahim küçük yaşında vefat edince çok üzülmüş ve gözyaşlarını serbest bırakmıştı. Onun şefkatini gösteren bir hadise de şöyle cereyan etmişti:
Çölden bir bedevi Efendimiz’in yanına gelmişti. O’nun çocuklarla münasebetini görünce kendisinin çocuklarını hiçbir zaman öpüp okşamadığını söyledi. Bunun üzerine Allah Resûlü,
Eğer Allah, senin gönlünden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?” buyurdu.
Onun çocuklarla ilişkisini Hz. Enes şöyle anlatır: “Resûlullah biz çocukların arasına karışır ve güler yüzle bize şaka yapardı.” Allah Resûlü, çocukları hakkıyla sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, onları çeşitli tehlikeler karşısında korumayı cehennemden kurtuluşa vesile saymaktadır.
Allah Resûlü (aleyhisselam) yerinde insanlara şaka da yapardı; ama O’nun şakalarında asla yalan olmazdı. Bir gün Efendimiz’in huzuruna yaşlı bir kadın geldi ve,
“Ey Allah’ın Resûlü, cennete girmem için Allah’a dua eder misin?” dedi. Efendimiz ona şakayla,
Yaşlılar cennete giremez.” buyurdu. Buradaki espriyi anlayamayan kadın ağlayarak geri döndü. Bunun üzerine Efendimiz, kadının arkasından haber göndererek, “yaşlıların cennete gençlik halleriyle gireceğini” bildirmiş ve şakasında dahi bir gerçeğe parmak basmıştı.

Hep mütebessimdi...
Kahkahayla güldüğüne şahit olunmayan Allah Resûlü, hep mütebbessimdi. Bu durumunu bir sahabi şöyle dile getiriyor: “Allah Resûlü’nden daha çok tebessüm eden kimse görmedim.” İslam’da sadaka vermenin önemi bilinen bir mevzudur. Efendimiz, tebessümü de sadaka olarak görmekte ve “Kardeşine gösterdiğin tebessüm senin için sadakadır.” buyurmaktadır.
Peygamberimiz yavaş yavaş ve tane tane konuşurdu. Hatta bazı sözlerini dinleyenler ezberleyebilirlerdi. Önemli meseleleri üç defa tekrarlardı ki, dinleyenler arasında konuyu anlamayan kalmasın. O, insanlara onların akıl ve anlayış seviyelerine göre konuşur, İlahi vahyi onların anlayacakları şekilde açıklardı.
Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselam) tertibe son derece özen gösterir ve insanlara da tertipli ve temiz olmalarını tavsiye ederdi. Değişik üsluplarla dağınık insanları uyarır ve daha düzenli olmalarını emrederdi. “Allah güzeldir ve güzel olan her şeyi sever.” ifadesi hadis kitaplarına, güzelliklerle alakalı bir ölçü olarak giren söz cevherlerindendir.
Hz. Peygamber Efendimiz, insan haklarını Allah’a saygının bir ifadesi olarak kabul ediyordu. Neticede insan olduğundan dolayı bir Yahudi’nin cenazesi için ayağa kalkıyor ve bunu herkese gösteriyordu.

Bir yazı çerçevesinde sadece birkaç örnek yönünü ifade edebildiğimiz Allah Resûlü (s.a.s.) her yönüyle numûne-i imtisaldir. Kendisine tabi olduğunu söyleyen Müslümanlar, O’nu her yönüyle örnek almalıdırlar. Örnek alabilmek için de her şeyden önce örneğin iyi tanınmasında zaruret vardır.
1 Mayıs 2004, Zaman Gazetesi