Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin çok önem verip üzerinde ısrarla durduğu "İhlas Risalesi" üzerine, Yeni Ümit dergisinde bir makale kaleme almıştım. Derginin arşivi silindiği(!) ve internet aramalarında makaleye ulaşamadığımdan, değerlendirmek isteyenler için paylaşmak istedim.
İstifade ümidiyle...
Eserleri ve hayatıyla pek çok insanın fikir ve kalb hayatına yön veren, yaklaşımlarıyla değişik ufuklar açan, hareket ve aksiyonu geniş toplum kesimlerince hüsnü kabul görmüş olan Bediüzzaman Hazretleri,(1) aynı zamanda Allah yolunda hizmet, O'nun adını ufkumuzda yüceltme de diyebileceğimiz i'lâ-yı kelimetullahın metodu adına son derece önemli düsturlar ortaya koymuştur. Bu mânâda en mühim eserlerinin başında 1934 yılında sürgün olarak bulunduğu Barla'da telif edilen İhlâs Risâlesi gelir. Bu makalede "İhlâs Risâlesi"nin yazılma süreci ve müellifin dilinde "İhlâs" kavramının nasıl kullanıldığı üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
İhlâs
Risâlesi'nin Telifine Doğru
Bediüzzaman
Hazretleri, Kurtuluş savaşından sonra ilim ve fikirlerinden istifade edilmesi
için Birinci Meclis'e çağrılır. Meclis'te mebusların namaz konusunda gevşek
davrandıklarını görünce namazı anlatan bir Risâle neşreder ve konuşmalarının
çoğunu bu konuya ayırır. Namaz üzerinde bu kadar hassasiyetle durmasına itiraz
edilen Üstad, 1923 yılı baharında Ankara'dan ayrılarak Van'a gider. Orada bazı talebeleriyle
birlikte Erek Dağı'nda inzivaya çekilir; vaktinin çoğunu talebe yetiştirmekle, Cenâb-ı
Hakk'ın isimlerinin tabiattaki tecellîlerini tefekkür ve ibadetle geçirir. Bu
sırada memleketin doğusunda bir isyan başlar; ancak Bediüzzaman konuştuğu her
yerde, böyle bir isyanın dinen doğru olmadığını vurgular ve halkı yatıştırmaya
gayret eder. Hattâ Van ahâlisinin önemli bir kısmı bu isyanlara onu dinleyerek
katılmaz; katılmaz ama, türlü bahanelerle önde gelen âlimler ve sözü dinlenen
insanlar, Anadolu'nun batısına sürgün edilirler. Bediüzzaman da sürgün
edilenler arasındadır ve 1925'te sürgün hayatı başlar. Trabzon üzerinden
İstanbul'a, orada biraz kaldıktan sonra deniz yoluyla İzmir'e, ardından
Antalya'ya, oradan da Burdur'a getirilir. Burada bir camide 7 ay kaldıktan
sonra, Isparta’ya, yaklaşık bir ay sonra, 1 Mart 1927 Salı günü, "Ücra
bir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatı içinde kendi kendine
ölür gider." düşüncesiyle, kara yoluyla doğrudan ulaşımın olmadığı
bir nahiye olan Barla'ya sürgün edilir.
Her
türlü zorluğa ve dış baskıya rağmen, içi imanla dolu bir kalbin taşmaması
mümkün değildir. Nitekim Bediüzzaman da, onu susturmak isteyenlerin
beklentilerinin aksine Barla'da unutulup gitmemiştir. Zîrâ civanmert Anadolu
halkı diğer âlimleri baş üstünde tuttuğu gibi Üstad'ı da yalnız bırakmamış, ona
ve davasına sahip çıkmıştır. Üstad, Kur'ân'dan aldığı dersleri yanına gelenlere
anlatmaya ve mümkün oldukça da yazdırmaya başlamıştır.
1927
yılında Risâle-i Nur'un ana eserleri telife başlanır. Bu hakikatlerin diğer
insanlara da ulaştırılması lâzımdır. Bunu ulaştıracak olanlar da talebeleridir.
Ancak bu ulaştırmanın bir metodu, yaklaşımı ve esasları olmalıdır. Bu
hakikatler, kendisini Bediüzzaman'a düşman olarak konumlayanların dikkatini
çekmeyecek bir şekilde anlatılmalı ve hayata geçirilmelidir. Nitekim o talihsiz
günlerde dindarlığını ortaya koyan, bazı dinî talepleri olan insanlar
susturulmakta, hattâ bazıları idam edilerek topluma büyük bir gözdağı
verilmektedir.
Her
dönemde ortaya bazı kavramlar atılıp bunun etrafında bir kısım masum insanlar
suçlandığı gibi, o dönemde de insanların başında Demokles'in kılıcı olarak
kullanılan kavram, "cemiyetçilik"tir, yani cemiyet oluşturup devletin
nizamını değiştirmek ve yıkmak. Üstad da, "Bediüzzaman, gizli cemiyet
kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor."
suçlamasına maruz kalır. İşte bu şartlar altında 1934 yılında menfî (sürgün)
olarak bulunduğu Barla'da "İhlâs Risâlesi" yazılır.
Bediüzzaman
bu Risâlenin adını "İhlâs" koymuştur. Zîrâ, Allah rızası için yapılan
en küçük işlerde bile O'nun rızasına nâil olma duygusunun bir an olsun
unutulmaması elzemdir. Bediüzzaman ihlâsın her türlü işte asıl olduğunu
anlatmanın yanında, aslında nasıl hizmet edileceğini anlattığı bu eserine
"İhlâs Risâlesi" demekle aynı zamanda onu susturmak ve yok etmek
isteyenlere karşı hizmetini korumuştur. Zîrâ, 1934 yılında, İhlâs Risâlesi
yerine hizmet risâlesi, hizmet düsturları gibi bir şey denilmiş olsaydı Üstad'ı
cemiyetçilikle suçlayanlar bunu mutlaka aleyhine değerlendirirlerdi. Nitekim
Nur'un önde gelen talebelerinden Yüzbaşı Re'fet Bey'in hatıralarında trajikomik
bir hâdise anlatılır:
Isparta'da
âni yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risâle ve mektuplar arasında
bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir.' diye bir yazı vardır. Baskını
yapanlar sadece bu kısmını okuyup "Kimdir bu Ramazan?" diye
araştırdıktan sonra nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir
vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir Hapishanesi'ne yollarlar. Aradan iki
ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendi'ye ait değil, Ramazan ve orucun
hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risâlesi olduğu anlaşılır. Mazlum
ve masum Ramazan Efendi tahliye edilir. Bediüzzaman da hapishanede tanıştığı bu
zatı, 'Kardeşim Ramazan, hakkını helal et!' diye teselli eder.(2) Bu hâdise de hizmetin
stratejisine ait temel eserlerin başında gelen bu Risâle'ye, İhlâs isminin
verilmesinin ne kadar yerinde olduğunu gösterme adına mânidardır.
İhlâs
Risâlesi'nde dine hizmet adına temel düsturlar ortaya konulmuştur. İhlâs Risâlesi
sadece ibadetlerdeki ihlâs hakkında bilgi vermek için yazılan bir Risâle
değildir. Bu mânâdaki ihlâs hakkında Risâle-i Nur'un değişik yerlerinde gerekli
bilgiler yer alır. Meselâ, İşârâtü'l-İ'câz'da, "İbadetin ruhu,
ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.
Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır.
Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."(3)
denilerek ibadette ihlâs ele alınır. Bu mânâsıyla ihlâs mevzuu Mesnevi-i
Nuriye, İşârâtü'l-İ'caz ve başka Risâlelerde de yer yer işlenir.
İhlâs
Risâlesi olan Yirmi Birinci Lem'a'nın üslûp açısından da bilgi verme
mahiyetinden ziyade, harekete ve aksiyona dâir bir Risâle olduğu görülür.
Nitekim bu Risâle'de muhataba, "Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i
Kur'âniye'de arkadaşlarım!", "Ey kardeşlerim!"
şeklinde seslenilerek hizmet arkadaşlığına vurgu yapılmaktadır.
Bu
Risâle'nin iman ve Kur'ân'a hizmetle doğrudan ilgili olduğu kanaatini
kuvvetlendiren başka bir husus da bu kısa Risâle'de "hizmet" kelimesinin yirmi
altı defa, yani çokça kullanılması ve bunun yanında "hâdim", "hademe" gibi aynı kökten
türetilen kavramların da bu Risâle'de yer almasıdır.
Üstad'ın
ifadesiyle Nurların birinci talebesi olan Hulusi Yahyagil'in İhlâs Risâlesi'yle
alâkalı kendisinin neden birinci talebe olduğunu gösterir tarzda bir mektubu
vardır. Üstad bu mektubu Barla Lâhikası'na almakla bu hususta onun
söylediklerini tasvip ettiğini göstermektedir. Hulusi Yahyagil şöyle
yazmaktadır: "En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmi
Birinci Lem'a, Evrâd edinilecek kadar ehemmiyetlidir."(4) Nitekim
kendisi de bu Risâle'yi okuma hususunda hassasiyetini ortaya koyarak, hayatı
boyunca on beş günü geçirmemeye gayret etmiştir.
İman
ve Kur'ân hizmeti yapanlar için rehber bir eser olması adına Risale-i Nur'un
önde gelen nâşirleri tarafından Külliyat'ın muhtelif yerlerinden derlenerek
"Hizmet Rehberi" adı verilen eserde iman hizmeti adına esas umde ve
hakikatlerin İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri olduğu nazara verildikten sonra,
"Bu Hizmet Rehberi, Külliyat-ı Nur'dan ve mektublardan, İhlas ve
Uhuvvet Risalelerindeki düsturları ve esasları teyit ve takviye eden
bahislerden müteşekkildir."(5) denilerek, hem İhlâs Risalesi'nin hem
de ismini Üstad'ın bulunduğu yerden alan, o dönemde karşılıklı yazılan
mektupların derlendiği Lâhikalar'ının nasıl okunması gerektiği hususunda
ipuçları verilir.
Burada
dikkati çeken bir nokta da ihlâsı kıran sebeplerde ortaya çıkıyor. Aynı şekilde
bunlarda da içtimaîlik ağır basıyor. Üstad'ın da işaret ettiği gibi burada bu
sebeplerin sadece birkaçı zikrediliyor, diğerlerinin, "Külliyat"
içindeki yerlerinden bulunup değerlendirilmesi isteniyor. Zîrâ sınırlı sayıda
sayfası olan bir el kitabı veya kılavuz nevinden bir Risâle'de, bütün bunların
olması mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Çünkü bu bilgiler de yazılırsa
eserin hacmi artar ve sık sık okunması da zor olur.
Bediüzzaman
Hazretleri'nin, Nurlar'ın değişik yerlerinde üzerinde ısrarla durduğu bu
hususlar da iman hizmetinde bulunmak isteyenlerin asla unutmamaları gereken
hayat düsturlarıdır. Bu düsturların en yoğun olduğu İhlâs Risâlesi, yoğun
günlük faaliyetler içinde, hattâ Allah yolunda hizmet ederken -uzun yola giden
bir şoförün zaman zaman bir kenara çekip dinlenmesi gibi- hizmetin âhenk ve
selâmeti için -Üstad'ın da vurguladığı gibi- sık sık okunmalı ve anlatılan
düsturlar hayata taşınmalıdır.
İhlâs
nedir?
İslâmî
literatürde anahtar bir kavram olan ihlâs, lügatlerde "sâfi olma, içindeki
yabancı unsurlardan temizlenme, hiçbir yabancı unsur barındırmama"
mânâlarına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de ihlâs kelimesi bu aslî mânâsında
kullanılır. Mü'minler ihlâs sahibidirler ve ihlâsın hakikati de Allah'ın rızası
dışındaki her şeyden uzaklaşmak, şirk şaibelerinden arınmaktır.(6) Tasavvufî
eserlerde ise ihlâs, çoğunlukla kullukta maddî-mânevî hiçbir beklentiye
girmemek şeklinde ele alınmaktadır. Mesela, İslâm'ın kalb ve ruh hayatına dâir
temel mesele ve kavramların değerlendirildiği Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde,
ihlâs ile alakalı tariflerin genelde "doğru, samimî, katışıksız,
dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma,
kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti içinde Allah'la
münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta
bulunma" etrafında cereyan ettiği vurgulanır ve şöyle bir tarif
yapılır: "İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk'ın emir,
istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, abd ve Mâbud
münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptığı şeyleri Hakk'ın teftişine arz
mülâhazasıyla yapması, tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiği
için yerine getirmesi, yerine getirirken de O'nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve
O'nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf
sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır."(7)
Bediüzzaman
Said Nursi Hazretleri ihlâsı, Nur Külliyatı içinde geleneğe uygun olarak
umumiyetle ibadetlerle alâkalı olarak değerlendirir ve "İhlâs, yapılan ibadetin
yalnız emredildiği için yapılmasıdır." şeklinde bir tarif yapar.
İhlâs
Düsturları
İhlâs
Risâlesi'nde anlatılan düsturlar herkes için, hayatın her ânında önemli ve gereklidir.
Bunların sadece öğrenilmesi
yeterli değildir. Düsturların
ikisi, daha ziyade ferd ve ferdî ihlâsla alâkalı görülürken diğer düsturlar ve anlatılan
hususlar içtimaîdir. Yani ferdî ihlâstan ziyade cemaat ihlâsı, içtimaî ihlâs, ihlâsla hizmet veya daha farklı bir
kelimeyle ifade edilecek olursa âhenkle hizmet nazara verilmektedir. Bu düsturlar sık sık hatırlanmalı,
hattâ unutulmamalı, dahası bunlar insan tabiatının bir yanı hâline getirilmelidir. Nitekim
Üstad da bunları anlatmaya başlamadan önce buna dikkat çekmekte ve "ihlâsı
kazanmak, muhafaza etmek ve mânileri def etmek" için bu düsturların rehber
edilmesi gerektiğini söylemektedir. İhlâs kazanılmışsa, kazanılan ihlâsın
korunması ve önüne çıkacak engellerin bertaraf edilmesi için bu düsturlar
elzemdir. Şimdi bu düsturları tekrar hatırlayalım:
Birinci
Düstur:
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı
Allah
rızası bütün amellerin önünde, olmazsa olmaz bir duygu olarak bulunmalıdır.
Namaz kılarken Allah rızası, kitap okurken Allah rızası, ailenin geçimini
sağlarken Allah rızası, i'lâ-yı kelimetullah için yapılan hizmetlerde Allah
rızası… Allah için yapılan hizmetlerde zaman zaman farklı mülâhazalara
girilebilmektedir. "En güzel ve başarılı hizmeti yapma ve bunu herkese
gösterme" şeklinde bir niyet bazen insanların zihinlerine gelebilmekte ve
riyaya kapı aralanabilmektedir. Halbuki, "Allah, ancak kendi rızası
umularak ve Allah için hâlisane yapılan amelleri kabul eder." (Nesai,
Cihad 24)
Herkes
razı edilse bile Allah'ın razı olmadığı bir hizmet makbul değildir. Zîrâ
hizmetler, sınırlı dünya hayatı için değildir. İnsanın ebedî saadeti, Allah'ın
rızasını elde etmesi sonucu Cennet'te tecelli edecektir. Allah razı
olmadıktan sonra milyonlarca insan bir hizmeti alkışlasa bile bu, beş para
etmez, O'nun nezdinde bir kıymeti olmaz.
İkinci
Düstur:
Bu hizmet-i Kur'âniye'de bulunan kardeşlerinizi tenkid
etmemek ve onların üstünde fazilet-füruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik
etmemektir.
Bu
düsturda beraber yaşamanın ve ortak bir hedef olarak Allah rızasına yürümenin
önündeki iki temel problem nazara verilmektedir: Tenkid ve insanları gıbtaya
sevk etmek.
Herkes
yaptığı hizmetlerden bahsederken diğer insanların duygularını da dikkate almalı
ve başkalarını kıskançlık ve gıptaya sevk etmemelidir. Allah için yapılan
hizmetlerde çok önemli olan bu düstur hayata taşınmayınca herkesi tenkit ve
kendi yaptıklarını büyüterek anlatma gibi bir hastalık ortaya çıkar.
Evet,
"Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan,
bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zîrâ, yıkmaktan
harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir."(8)
Tenkit
meselesine bir fabrikanın çarklarının âhenkle işlemesi misâl veriliyor. Allah
yolunda hizmet edenler de şuurlu olarak işlerini ve hizmetteki vazifelerini
âhenkle yapmalı, bir fabrikanın çarkları gibi düzenli çalışmalı; birbirini
tenkit ederek çalışma azmini kırmamalıdır.
Üçüncü
Düstur:
Bütün kuvvetinizi hakta ve ihlâsta bilmelisiniz.
Bediüzzaman
Hazretleri bu düsturun açıklamasında hem bir durumu tespit etmekte hem de
yapılan hizmetler vesilesiyle talebelerine iltifat etmektedir. Zîrâ, kendisinin
İstanbul'da ve kendi memleketinde daha fazla imkânı ve yardımcıları varken,
Barla'da yedi-sekiz senede yapılan hizmet daha fazla muvaffakiyet göstermiştir.
Ona göre bunun sebebi de Barla'daki talebelerin ihlâsla hizmet aşk u şevki
içinde olmalarıdır. Ayrıca burada "Şefkat Tokatları" nazara
verilmektedir ki, bunlar Allah için çalışan insanların bazı sebeplerle ellerini
hizmetten çekmeleri ve ihlâsı kırmaları neticesi olarak gelmektedir.
Dördüncü
Düstur:
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini
kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Bu
düsturun açıklamasında da "tefânî" sırrı üzerinde duruluyor. Evet,
herkes hizmette kendine düşen rolü hakkıyla yerine getirmeli ve diğerlerinin
yaptığı hayırlı işlere kendi yaptıklarından daha çok sevinmelidir. Zîrâ kendi
yaptıklarının içine, "riya" gibi, amelleri yiyip bitiren bir virüs
bulaşabilir. Bundan kurtulmak için de kardeşlerin meziyetleri, kişinin kendine
aitmiş gibi düşünülmeli ve başkalarının başarılarından ciddi sevinç
duyulmalıdır.
Yirmi
Birinci Lem'a olan İhlâs Risâlesi'nin girişinde, "On Yedinci Lem'a'nın
On Yedinci Notası'nın yedi mes'elesinden Dördüncü Mes'elesi iken, ihlâs
münasebetiyle Yirminci Lem'a'nın İkinci Nokta'sı oldu. Nuraniyetine binâen
Yirmi Birinci Lem'a olarak Lemeât'a girdi." denilmektedir. Yine İhlâs
hakkında olan Yirminci Lem'a'nın başında beş noktadan ibaret olduğu
belirtilmekte ve sadece birinci noktası orada anlatılmaktadır. Yirmi Birinci
Lem'a bu noktalardan ikincisi olduğuna göre geriye kalan üç nokta Külliyat'ın
diğer yerlerinde aranmalıdır. İhlâs Risâlesi'nin muhtevası düşünüldüğünde bu
noktaların özellikle Lâhikalar'daki bazı düsturların anlatıldığı kısımlar
olabileceği anlaşılmaktadır. Meselâ, bir mektupta şöyle denmektedir:
"Gayet
muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf'ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vâiz, Risâle-i
Nur'a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan
bir biçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen bir sünneti (sakal) terk
ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risâle-i Nur'a ilişmek istemiş."(9)
Problemi
kısaca zikrettikten sonra, Üstad Hazretleri özetle, kendi şahsındaki
kusurların(!) Nur'a ve davaya zarar vermeyeceğini, kendi yırtık dellâllık
elbisesinin onun bâki elmaslarının kıymetini düşürmeyeceğini söyleyerek asıl
bakılması gereken şeyin şahsı değil, ortaya konan eser olduğunu vurguluyor.
Daha sonra da talebelerine, ehl-i ilme karşı nasıl davranmaları gerektiğine
dair; vâiz ve âlimlerle münakaşa yapılmaması, kendilerine düşmanlık edenlere
bile düşmanlık edilmemesi, beddua edilmemesi, enâniyetlerin tahrik edilmemesi
gibi altın düsturlar veriyor. O dönemde yaşanan hayattan izlerin bulunduğu
Lahikalar'da benzeri düsturlar çok miktarda vardır.
İhlâs
nasıl kazanılır?
Bu
Risâle'de ihlâsı kazanmak için en başta insanların, dünyanın fânî, kendilerinin
de ölümlü olduklarını unutmamaları, hattâ hiç akıllarından çıkarmamaları
gerektiği vurgulanıyor. Bu konuda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)
ölçüyü şu şekilde vermiştir: أَكْثِرُوا ذِكْرَ هَاذِمِ اللَّذَّات Lezzetleri tahrib edip
acılaştıran ölümü çok zikrediniz!" (Tirmizî, zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn
Mâce, zühd 31)
Efendimiz'in
bu emri, Hak dostları tarafından değişik usûllerle ölümü ve ötesini hatırlama,
hattâ onu bizzat yaşama mânâsına "Rabıta-yı mevt" adı altında önemli
bir düstur olmuş; sonu gelmeyen arzulardan ve ölüm yokmuş gibi düşünüp yaşama
şeklinde insanı yoldan çıkaran hastalıklardan kurtulma vesilesi olarak
görülmüştür.
Daha
sonra ihlâsı kazanmanın ikinci vesilesi olarak da "tefekkür" dile getiriliyor.
Zîrâ bu tefekkür sayesinde insan hep Allah'ın huzurunda bulunduğunun şuurunda
olacak ve O'nun rızasını kazanmanın yolunu araştıracaktır. Bunun da en önemli
vesilesi O'nun adını herkese duyurmak ve bu yolda bir ömür boyu hizmet etmektir.
M.
Fethullah Gülen Hocaefendi de, "Yapılan işler karşısında maddî-mânevî bir
beklentiye girmemenin ölçüsü nedir?" şeklinde bir soruya cevap verirken
Üstad'ın işaret ettiği "rabıta-yı mevt" ve "tefekkür" gibi ihlâsı
kazandıran hususları saymış, daha sonra da bunlara, “kalbî hayatı Allah'a açık
olan insanlarla oturup kalkmak ve her şeye rağmen bu insanlardan ayrılmama,” “selef-i sâlihînin hayat-ı
seniyyelerini örnek alma” şeklinde bazı maddeler de eklemiştir.(10) Bu
cevaptan da her iki müellifin ihlâsı, "beklentilere girmeden hizmet etmek" şeklinde
yorumladığı anlaşılmaktadır.
İhlâsı
kazanma vesileleriyle alâkalı bu bölüm bitirilirken, eserlerde "riyâdan
kurtaracak, ihlâsı kazandıracak çok hakâik (hakikatler) zikredildiğinden ona
havale edip, burada kısa kesiyoruz." denilerek bu Risâle'nin,
diğer Risâlelerle bütünlük içinde okunması gerektiğine işaret edilmektedir.
Bunlar
anlatıldıktan sonra ihlâsın, -burada anlatılan şekliyle hizmetin- önündeki
engeller ve hizmet yolunda karşılaşılan bazı problemler zikredilmektedir.
Esasen bunların her birisi üzerinde ciltlerce kitap yazılacak türden psikolojik
ve sosyolojik durumları ifade etmektedir. Bu mânâda önce, rekabet söz konusu
edilmektedir. Maksadı Allah'ın rızasına nâil olmak olan bir işte birbirine
engel olma neticesini veren bir rekabet ciddi problemlere sebebiyet verebilir.
Zîrâ, dine ve insanlığa hizmet rekabetsiz bir yarış, hizmet edenler de
rakipsiz yarışçılardır.
İhlâsı
kıran ikinci mâni ise, içinde pek çok hususu ihtiva etmektedir: "Hubb-i
câhtan gelen şöhretperestlik sâikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında
teveccüh-i âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti
okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı rûhî
olduğu gibi ‘şirk-i hafî’ tâbir edilen riyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar,
ihlâsı zedeler." Burada hem makam sevgisi, hem şöhretperestlik, hem
şan ve şeref peşinde koşma, hem insanların teveccühünü kendine çekmeye çalışma,
hem enaniyet, hem nefs-i emmâreye bir makam verme, hem de şirk-i hafî olan
riyâkarlığa dikkat çekilmekte ve bunların her birisinin birer virüs gibi dinî
hayata zarar veren hususlar olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü
mâni olarak, korku ve açgözlülük, başkalarına ait olan şeylere göz dikme
mânâsına gelen tamâ zikredildikten sonra bunların ve hizmetin önündeki diğer
engellerin özellikle "Hücumât-ı Sitte"de(11) izah edildiği dikkatlere
sunulmaktadır.
Bu
da İhlâs Risâlesi'nin Risâle-i Nur bütünlüğü içinde okunması gerektiğini ifade
eden ikinci bir vurgudur. Esasen bu bütünlüğe dikkat, bütün okumalarda,
müellifi anlamak için en önemli esasların başında gelir.
Hâsılı,
iman ve Kur'ân'a hizmetin esasları ve temel düsturları, bizzat Bediüzzaman
Hazretleri'nin kendi hayatıyla temsil edilmiştir. Bu düsturların en önemlileri
de, -diğerlerine atıflarda bulunularak- 1934 yılında "İhlâs Risâlesi"
olarak yazılmıştır. İnsanlar bu düsturlarla iman ve Kur'ân yolunda hizmete
başlamışlar ve bu yolda karşılarına bazı problemler çıkmıştır. Bu problemleri
ve getirilen çözümleri genellikle Lâhikalar'da ve özellikle de Kastamonu
Lahikası'nda görmek mümkündür. Lâhikalar bu gözle okunursa hem hizmetin temel
düsturlarının hem de Yirminci Lem'a'nın kalan noktalarının buralara
serpiştirildiği görülebilir.
Dipnotlar
1.
Yaptığı hizmet ve getirdiği orijinal yaklaşımlarıyla Bediüzzaman Hazretleri'nin
enfes bir portresini çizen bir makale için bkz.: M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun
Heykelini Dikerken, s. 65
2.
Son Şahitler, Nesil Yay., 2005, 1/386
3.
İşârâtü'l-İ'câz, s. 86.
4.
Barla Lahikası, s. 291
5.
Hizmet Rehberi, s. 10
6.
İsfahânî, el-Müfredât, h-l-s md.
7.
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/95.
8.
M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 28
9.
Bkz.: Kastamonu Lâhikası, Şahdamar Yayınları, s. 212-214.
10.
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, 4/3
11.
Hücumat-ı Sitte, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risale olan Altıncı kısmıdır.
Burada sırasıyla, hubb-i câh (makam sevgisi), hiss-i havf (korku), tamâ,
asabiyet-i milliye (ırkçılık), enâniyet, tembellik, ten-perverlik (rahat
düşkünlüğü) ve vazifedarlık (işkolik olma) gibi hususlar anlatılmaktadır ve
bunlar birer damar olarak zikredilmektedir. Bunların hizmette birer problem
olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu risalenin sonunda ise Üstad, "Ey
kardeşlerim, dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir
saatiniz, bir gün ibadet geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden
kaçmasın!..." diyerek Allah yolunda yapılması gereken hizmete dikkat
çekmektedir. (Bkz.: Mektubat, Şahdamar Yayınları, s. 604-626)