26 Aralık 2018 Çarşamba

ÖTEYE BORÇLU GİTMEYİN..!


Sakın ha, öteki dünyaya borçlu olarak gitmeyin!” diye başladı sözlerine. “Çünkü siz centilmen insanlarsınız, karakteriniz gereği orada alacaklarınızdan vaz geçip insanları bağışlayabilirsiniz. Fakat borçlu giderseniz -orada şartlar çok ağır- alacaklılarınız, neyiniz var, neyiniz yok demeden söke söke alırlar. Çok zor durumda kalırsınız
Bir arpa ağırlığı olsun başkasına ait bir hakla gitmek istemem öteye…



Evet, borç çok ağır bir yüktür. Her türlü kayıttan kurtulup özgür olmak isteyen, minnet borcu dâhil, hiçbir şekliyle borçlu olmamalı. Borçların bir şekilde ödenmesi mümkündür ama bir hak/borç vardır ki, ödenmesi zor, hatta bazen imkânsız hale gelir: Kul hakkı.

Kul hakkı
İslami literatürde “Kul hakkı” kavramıyla ifade ettiğimiz haklara, “insan hakları” demek de mümkündür. Çünkü bu hakların temelinde “insan” olmak vardır. Kul hakkı, bir Müslüman için cennete veya cehenneme gitme hususunda en temel belirleyicilerden biridir.
Kul hakları, insanların canı, malı, ırz ve namusu, toplum içindeki itibarı.. vb. kişilik haklarıdır. Bunlar dokunulmazdır. Bu hakların ödenmesi ancak hakkına girilerek haksızlık yapılan kişinin, her türlü imkan kullanılarak razı edilmesi ile mümkün olur.
Kul hakları bireysel olabileceği toplumsal da olabilir. Haklar, tek tek hak sahibi ile anlaşıp helalleşmeyi gerektirir. Bir toplumu ilgilendiren kul haklarına girilmişse, bunun sorumluluğundan kurtulmak için hakkına girilmiş herkesten tek tek helallik almak gerekir. Devlet malları bütün vatandaşlara aittir. Devlet malını zimmetine geçirmek, elindeki yetkiyi kullanarak idaresi altındaki insanlara baskı, zulüm ve haksızlıkta bulunmak, bilinçli bir şekilde toplum içinde fitne çıkarmak bütün toplumu ilgilendiren haklardandır ve o toplumda yaşayan herkesi razı etmeden bunların vebalinden kurtulmak mümkün değildir.
Kul haklarının ahiretteki yansıması çok acı ve ağır olacaktır. İbadetleri ve hayır-hasenat adına yaptıkları ne kadar çok olursa olsun bunlardan ahirette tam olarak faydalanamayacak insanlar vardır. Böyle insanlar “gerçek müflis”lerdir.

Gerçek müflis kimdir?
Ticarette malı tükenip sermayesi de kalmayan kimseye müflis denildiği malum. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem), herkesin bildiği bu iflas gerçeğini çok temel bir mesele olan kul haklarını ihlâl etme durumuyla örneklendirip kul haklarının sorumluluk ve sonuçlarını çok açık ve net olarak ifade eder:
Bir gün Allah Resûlü (aleyhisselam) ashabına sorar:
Gerçek müflis kimdir, biliyor musunuz?
“Biz, aramızda bütün parasını kaybetmiş, parası ve malı olmayan kimseye müflis diyoruz.” der sahabîler. Allah Resûlü (s.a.s.) sözlerini şöyle tamamlar:
Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, dünyadayken namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini tam olarak yapmış ve kıyamet günü onların sevabıyla Allah’ın huzuruna gelmiştir. Bununla beraber üzerinde kul hakkı kapsamında olan günahlar da vardır; şuna sövüp saymış, buna iftirada bulunmuş, şunun malını helal-haram demeden yemiş, bunun kanını dökmüş, şunu dövmüş… Hâsılı pek çok kul hakkının hesabını vermek durumunda kalmıştır. Bu durumda ibadetlerinin sevabı, hakkına girdiklerine dağıtılır. İbadet ve iyilikleri, üzerindeki kul haklarının hepsini karşılamaya yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından bazıları alınıp kendi günahlarına eklenir. Neticede, sevapları tek tek elinden gitmiş, hakkına girdiklerinin günahlarını da yüklenmiş, dolayısıyla günahları daha da artmıştır. İşte böyle bir adam açıkça ‘müflis durumuna düşer’ ve sonra da cehenneme atılır. (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2)

Kul hakları bağışlanır mı?
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın, şirk dışında bütün günahları bağışlayabileceği anlatılır. Bu temel bir prensiptir, fakat ayet ve hadisler bir bütün olarak düşünüldüğünde Allah’ın bağışlayacağı günah ve kusurların Allah’a karşı işlenen günahlara mahsus olduğu görülecektir. İnsanları ilgilendiren, onların hakkı karışan günahlarda affedilme, hak sahibine bırakılmıştır. Nitekim bu durumu anlatan bir hadiste üç çeşit zulümden bahsedilir: Bunlardan biri de “Allah’ın affetmeyeceği, kulların birbirlerine karşı yaptıkları zulüm ve haksızlıktır ki, hakkı geçen hakkını alıp razı olmadıkça, Allah bu zulüm ve haksızlıkları affetmez.” (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, 2/94)
Başka bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhisselam) bir Müslümanın mânevî kişiliği, haysiyet, şeref, itibar ve saygınlığına dokunma veya başka bir şekilde hakkına girilmişse, dünyada iken mutlaka helalleşmesi gerektiğini vurgular. Zira, ahirette para-pul ve dünyadaki maddi imkanlar kullanılamayacaktır. Ahiretin bütün sermayesi, dünyadaki iman, ibadet ve hayırlardır. Binaenaleyh orada borçlar ancak sevapları dağıtmakla ödenebilir. Sevaplar biter, borç bitmezse haksızlık yapılan kimsenin günahları yüklenmek zorunda kalınacaktır. Zira başka bir şekilde hakların ödenmesi mümkün olmayacaktır. Bütün Müslümanların kulaklarına küpe olması gereken hadis şu şekildedir:
Kim kardeşine ırzı (mânevî kişiliği, haysiyet, şeref, itibar ve saygınlığı) veya başka bir sebeple haksızlık yapmışsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (paranın geçerli olmadığı) bir gün gelmezden önce, henüz burada, dünyada iken onunla helalleşsin. Aksi takdirde o gün, haksızlık yapmış kimsenin salih amelleri varsa, o zulmü nispetinde kendisinden alınır, hakkına girdiği kimseye verilir. Eğer hasenatı (salih amelleri) yoksa, zulmettiği kimsenin günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhari, Mezâlim 10; Tirmizî, Kıyamet 2)

Ne yapmak lazım?
İnsan varlık olarak hataya açık yaratılmıştır. Bir hadiste bu durum –çözümü de sunularak- şöyle ifade edilir: “Bütün insanlar hataya açıktır, hata işleyebilirler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah’a dönenlerdir.” (Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30) Her insan sürçebilir, hata yapabilir. En hayırlı insanlar, sürçtükten sonra devrilmeyip ayağa kalkmayı bilenlerdir. Her bir günah için, o günahtan dönüp tövbe etmek şart olduğu gibi tövbenin, geçerli olması için de bazı şartlar vardır:
1. İşlenen günaha karşı, gönülden pişmanlık duymak,
2. Aynı hatayı tekrar işlememe konusunda kararlı olmak,
3. Yapılan hata ve günahlarla araya mesafe koymak, o günahları net bir şekilde terk etmek.
Bu üç şart bireysel günahlar için geçerlidir. Günah başka kimseleri de ilgilendiriyor ve ortaya başkalarını hakkı çıkıyorsa, bu şartlara dördüncü bir madde eklenir: O hakkın tazmin edilmesi.
Hak, hırsızlık ve gasp gibi mala karşı işlenen bir suçsa, malın sahibine iade edilmesi şarttır. Şayet hak, gıybet, iftira, insanın onur ve itibarını sarsacak söz ve tavırlar ise, hak sahibinden özür dilenip ‘helallik alınması’ gerekir. Allah, kul hakkının affını, haksızlık yapılan kula bırakmıştır. Kul haklarının affı için haksızlık yapılan kimse bulunup mutlaka helallik alınması gerekir. Aksi durumda yıllarca tövbe, istiğfar edilse bile netice alınamayabilir. Hakkına girilen kimsenin, ölmüş olması gibi ulaşamama durumlarında ise helalleşme imkanı kalmadığı için insan, işlediği haksızlığın acı sonuçları ile karşı karşı kalma durumundadır. Bu konuda mü’minler için ümit kaynağı olabilecek bir hadis vardır:
Enes b. Malik’in (radıyallahu anh) anlattığına göre bir gün Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) ashabıyla otururken dişleri iyice görülecek kadar gülümser. Sebebi sorulunca da kıyamet gününden bir sahneyi hatırladığını söyler. Buna göre iki kişi İlahi huzurda birbiriyle davalaşacak, biri diğerinden hakkını isteyecektir. Fakat bu son sahnede borçlu “alacaklılara vere vere hiçbir sevabının kalmadığını” ifade ederek çaresizliğini belirtmektedir.
Alacaklının, “O zaman benim günahlarımdan bazılarını alsın” diyeceğini beyan eden Efendimiz gözyaşlarına boğulur.
Bu sırada haksızlığa uğrayan kimseye “Başını kaldır, bak” denilir.
Gördüğü cennet nimetleri başını döndüren alacaklı bu nimetlerin kime ait olduğunu sorar. Kendisine “Bunlar, sadece ücretini ödeyeceklere aittir” denilir. Adam şaşkınlıkla “Bunun ücretini kim ödeyebilir ki?” deyince şu cevap verilir:
“İstersen, sen bunların ücretini verebilirsin.” Mazlum hayretle:
“Nasıl? Ben bunların bedelini neyle, nasıl ödeyebilirim ki!” deyince,
“Kardeşini affedip ondaki hakkını bağışlamana karşılık olarak bunlar senin olabilir” cevabı verilir. Bu nimetlere karşılık hakkından vazgeçip affettiğini söyleyince şu hitaba mazhar olur:
“O halde tut kardeşinin elinden ve girin birlikte Cennet’e!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz kıyamet günü gerçekleşecek bu olayı naklettikten sonra, “Allah’tan korkun! Kötülük yapmaktan sakının, birbirinizin arasını bulun ki, Allah’ın merhametine nail olasınız.” (Hucurat sûresi, 10) ayetini okur ve “Bunu yapın, zira Allah, kıyamet günü, dünyada ne kadar gayret ettiyse de helalleşme imkanı bulamayan mü’minlerin arasını bulacaktır.” diye ilave eder. (Hâkim, Müstedrek, h. no: 8718)
Bu hadis helalleşme imkânı bulamayan kimselere bir yol, bir çıkış kapısı sunuyor: Ahirette somut bir şekle bürünecek ibadet ü taat ve hayr u hasenatı çokça yapmak.

Bu sınırlı dünyada kim, kime, ne yaparsa yapsın hepsinin karşılığını sınırsız bir dünyada görecek, zerre miktarınca haksızlık yapan cezasını çekecektir. Hayvanların iradesi, seçme hürriyeti olmadığı halde, boynuzlu koyunun, boynuzsuz koyundan hakkını alacağı, konunun vahametini anlatmak için hadislerde özellikle vurgulanır. Zulme maruz kalanlar bu dünyada haklarını alamazlarsa ahirette sevinecek, belki de “dünyada daha fazla zulme maruz kaldıklarından” dolayı ahirette mahzun değil, memnun olacaklardır.
Zalime gelince… Onun hesabı, bizim ölçme limitlerimizin tamamen dışında.


Not: Bu yazı, Çağlayan Dergisi, Aralık-2018 sayısında yayınlanmıştır.

18 Mayıs 2018 Cuma

Ramazan ve oruçtan bize ne kalacak?


Yeni Ailem dergisi için "Orucumuzdan Bize Ne Kalacak?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Derginin formatından dolayı biraz kısaltmak zorunda kaldığım yazıyı burada paylaşıyorum...


Bütün ibadetlerde hem bireysel, hem de toplumsal pek çok kazanım vardır. Asıl hedef “Allah rızası” olsa bile, ibadetlerin hepsinde, insanı geliştirme, olgunlaştırma ve yanlış yapmaktan uzak tutma gibi doğal sonuçlar ortaya çıkar. Nitekim ayette açıkça, “Namaz insanın kötülük duygularını frenleyip onu kötülük yapmaktan uzak tutar.” buyrulur. Namaz kıldığı halde, kötülüklerden uzak kalamayan bir insan, kendini ve namazını kontrol etmelidir. Herkesin yapıp ettikleri inancı ve düşünce sisteminin bir yansımasıdır. Hiçbir Müslümanın, tavır ve davranışlarıyla “Kur’ân’ı fiilen yalanlama”ya hakkı yoktur.

Ciddi bir eğitim süreci olan Ramazan ayı, oruç, teravih ve diğer ibadetleriyle bize pek çok şey kazandırır/kazandırmalıdır. Evet, Ramazan ayı boyunca oruç tuttuktan sonra geriye kalan sadece bir aylık açlık ise, orucumuzu sorgulamamız gerekir.

Niçin oruç tutuyoruz?
Yüce Rabbimizin bizden istediği ibadet ve davranışların hepsinde birinci gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. O’nun rızası dışında bir şey elde etme düşünülüyorsa yapılan bu ibadetlerden maksat hâsıl olmuş olmaz. Bütün ibadetlerin, -bildiğimiz veya henüz farkına varamadığımız- insana kazandırdıkları ve faydaları vardır. Sadece faydaları, dünyevi getirileri düşünülerek yapılan ibadetin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Yararlarını önceleyerek yapılan ibadetin ise ihlası bozulacaktır. Biz Müslümanlar bütün ibadetlerimizi “Allah emrettiği” için, “emrettiği şekilde” ve “O’nun rızasını kazanmak” üzere yaparız.

Oruç bize ne kazandırır?
Ruh ve manasından koparılarak mideye tutturulan orucun bile insana kazandıracağı pek çok şey vardır. Bir ay boyunca gündüz bir şey yemeyip sadece akşam güneş battıktan sonra yeme, insan için ciddi bir irade eğitimidir. Oruç, sene boyunca günde üç, bazen de daha fazla vakitte gıda alan vücudu dinlendirdiği gibi, insanın iradesini güçlendirir. İradeye güç vermeyen oruç, şeklen sahih olsa bile, kâmil değil eksiktir. Ramazanda kazanılan irade hâkimiyeti, Ramazan sonrasında da insan hayatını yönlendirecektir.

Oruç sabır ve irade eğitimi verir
Allah Resûlü (as), “Oruç, sabrın yarısıdır.” (İbn-i Mâce, sıyam 44) buyurur. Ramazanda öğrenilen bu sabır hayatın tamamına yayılmalıdır. Ramazanda sabırlı bir insanın, ramazan dışında tamamen aksi olması düşünülemez. Evet, gerçekten de oruçla sabrı öğrenip hayatına tatbik edemeyen bir kimsenin başka şekilde sabrı öğrenmesi zordur.

 Zamanın kıymeti
Oruç tutan insan, zamanın kıymetini anladığı gibi yaşadığı zamanın kendi elinde olmadığını görür ve ona hâkim olmadığının da farkına varır. Hava çok sıcak ve bunaltıcı, biz çok açız, tek başımızayız, gören kimse(!) de yok.. ama yine de o “son 5 dakika”yı beklemek zorundayız. Akşam ezanını, iftar vaktinin girişini beklerken anlarız ki, biz zamanın hâkimi değil, mahkûmuyuz. Evet, Ramazanda oruçla, arzuların sadece Allah’ın emriyle ve rızasını kazanmak için ertelenebileceği öğrenilir. Bu duygu Ramazandan sonra da devam ettirilmelidir.

Oruç empati yapma duygusunu kazandırır
İstediği zaman yemek yiyebilen bir insan, imkânları ne olursa olsun, Ramazanda gündüz yemek yiyemez. Böyle olunca da kendisini, imkânı olmadığı için aç gezen insanların yerine koyup onların durumunu anlayabilir. Fakir ve muhtaç kimselerle kendi durumunun empatisini iyi yapan bir insan Ramazandan sonra da bu anlayışı devam ettirip çevresinde hali vakti yerinde olmayanlara yardım etmeye devam edecektir.

Ramazan orucu günahlardan uzak durabileceğimizi gösterir
Kelime olarak, bir şeyden uzak durmak, kendini tutmak manalarına gelen oruç, hakkı verilerek tutulmuşsa insana çok şey kazandırmış demektir. Mü’min Ramazanda yeme içme gibi beşeri ihtiyaçlarından belli bir zaman için uzak durduğu gibi orucunu manen sakatlayan, yalan, iftira, gıybet, kul hakkı… gibi kötülüklerden de uzak durur. Bir ay boyunca yalan söylemeyen, iftira atmayan, gıybete dalmayan, dedikodu yapmayan, hakaretten uzak duran bir insan, bunları hayatının tamamında da yapabileceğini, yalan söylemeden, gıybete girmeden yaşamanın mümkün olduğunu öğrenmiş olur. Bu tür alçak vasıflardan bir ay uzak duran bir kimse Ramazandan sonra bu tür günahlardan uzak kalma suresini uzatmayı isteyecek ve uzatacaktır.
Hâsılı, oruç ayı Ramazanın girmesiyle normalde yapamayacağımızı zannettiğimiz pek çok şeyi yapabileceğimizi uygulamalı bir şekilde öğrenmiş oluruz. Şuurlu bir mü’mine düşen, derinlemesine yaşadığı bir aylık kulluğu, Ramazan’daki yoğunluğunu biraz hafifleterek bütün bir yıla yaymaktır.
İşte asıl başarı budur!

1 Nisan 2018 Pazar

HİLFÜ’L-FUDÛL


Allah Resûlü'nün (aleyhisselam) "Tekrar davet edilsem, yine katılırdım" dediği bir "hak" dayanışması örneği...
Prof.Dr. Muhammed Hamidullah hoca tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin “Hilfü’l-fudûl” maddesini -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için paylaşıyorum.

İslâmiyet’ten önce Mekke’de bu adla anılan iki ayrı antlaşmanın yapıldığı bilinmektedir. Bunların birincisi, şehrin ilk sakinleri olan Cürhümlüler’den Fazl (çoğulu fuzûl/fudûl) adlı üç kişinin (Fazl b. Fedâle, Fazl b. Vedâa, Fudayl b. Hâris) kendi aralarında, yerli veya yabancı kimsesiz birine zulüm yapıldığında zalimden hakkını geri alıncaya kadar kabileleriyle birlikte ona yardım edeceklerine dair ahitleşmeleridir. Tesirini uzun süre gösteren bu antlaşmaya bazı tarihçilere göre söz konusu isim “Fazllar’ın yemini” anlamında verilmiştir.
Başka bir rivayete göre antlaşmaya, Hilfü’l-mutayyebîn ve Hilfü’l-ahlâf’tan daha üstün (fudûl) olduğu, Kureyşliler’in onu, “Bu bir fazilet (fudûl) yeminidir” diye niteledikleri veya haksız yere alınan fazla şeyler (fudûl) sahibine iade edildiği için bu isim verilmiştir.
İkinci antlaşma hicretten otuz üç yıl (bazı rivayetlerde yirmi sekiz veya on sekiz yıl) önce yapılmıştır ve diğerinden daha ünlüdür.
Mekke’de kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyor, ayrıca dışarıdan hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık ve zulüm yapılıyordu. Haram aylardan zilkadede vuku bulan böyle bir olayın Hilfü’l-fudûl’e yol açtığı rivayet edilmektedir. Zübeyd kabilesinden bir kişi umre için Yemen’den Mekke’ye geldi ve bir alıcı ile âdet olduğu üzere yanında getirdiği malların pazarlığını yaptı. Fakat alıcı malların parasını yapılan pazarlık üzerinden ödemek istemedi. Alıcının adı rivayetlerin çoğunda Âs b. Vâil es-Sehmî, İbn Habîb’in el-Münemmaķ’ında ise Huzeyfe b. Kays es-Sehmî olarak verilmiştir.
Yemenli satıcı istediği parayı alamayınca Hilfü’l-ahlâf’a dahil kabilelerin bazı ileri gelenlerine gidip durumu anlattı; ancak onlar, Benî Sehm’in kendi mensuplarını korumak için Hilfü’l-ahlâf’tan ayrılabileceğini ve böylece Hilfü’l-mutayyebîn’e karşı zayıflayacaklarını düşünerek kendisine yardım etmediler. Bunun üzerine Yemenli tâcir, ertesi gün Ebûkubeys tepesine çıkıp yüksek sesle mağduriyetini dile getiren bir şiir okudu. Hilfü’l-ahlâf’a mensup kabilelerin aldırış etmemesine karşılık Hilfü’l-mutayyebîn’e mensup kabileler bundan rahatsızlık duydular. Nihayet son Ficâr savaşının çıkmasına yol açan, bu savaşta faal rol oynayan ve bundan pişman olduğu anlaşılan Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye başvurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı yapmaya ikna etti. Kaynakların bildirdiğine göre çağrılanlar arasında Hilfü’l-ahlâf mensuplarından kimse yoktu. Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve gönüllülerden oluşacak bir grup kurmayı kararlaştırdılar. Yeminleşen kabileler şunlardır: Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed. Toplantıya Benî Hâşim’den düzenlenmesine ön ayak olan Zübeyr b. Abdülmuttalib’den başka o sırada yirmi (veya otuz beş; İbn Habîb, s.53) yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı.
Kaynaklarda antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyle ifade edilmektedir:
Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız. Hilfü’l-fudûl mensupları ayrıca ahitleşmenin ardından Hacerülesved’i yıkadıkları mukaddes suyu içmişlerdi.
Hilfü’l-ahlâf mensuplarından Ebû Süfyân’ın kayınpederi Utbe b. Rebîa’nın bu antlaşmaya katılamadığı için çok üzüldüğü ve şöyle dediği rivayet edilir: Eğer Hilfü’l-fudûl’e katılmam için soyumdan ve ailemden ayrılmam gerekseydi bunu hiç çekinmeden yapardım.
Hilfü’l-fudûl’ün daha sonraki tarihlerde devam edememesinin en önemli sebebi bu antlaşmaya yeni katılmaların imkânsız oluşuydu. Bundan dolayı Emevî hilâfetinin başında son mensubunun ölmesi üzerine bu antlaşma sona ermiştir. İslâm’dan önce ve İslâmî dönemde Hilfü’l-fudûl’ün nasıl çalıştığını gösteren bazı olaylar nakledilmektedir:
Sümâle kabilesine mensup bir tâcir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tâcir Hilfü’l-fudûl’e başvurdu. Teşkilât mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey parayı hemen ödedi.
Has‘am kabilesinden Yemenli bir tâcir kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccâc’ın kızını zorla elinden alması üzerine tâcir Hilfü’l-fudûl’e gitti. Hilf mensupları hemen Nübeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.
Erâş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’e düşmanlığını bilen bir müşrik alay etmek amacıyla mağdur tâcire, o sırada Kâbe’de bulunan Hz. Muhammed’i göstererek ona başvurduğu takdirde parasını alıp kendisine verebileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e giden tâcir olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Muhammed onunla birlikte Ebû Cehil’in evine gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı. Yine Hz. Peygamber ve Ebû Cehil’le ilgili diğer bir olay da şöyle gelişmişti:
Zübeyd kabilesinden bir tâcir mallarını satmak için Mekke’ye geldi. Ebû Cehil diğer tüccarların ondan alışveriş yapmasına engel oldu ve malına düşük bir fiyat biçti. Kimsenin daha fazla fiyat vermemesi üzerine sıkıntıya düşen tâcirin durumunu öğrenen Hz. Peygamber üç deve yükü malı onun istediği fiyattan satın aldı; Ebû Cehil yanına gelince de Hilfü’l-fudûl’ü hatırlatarak aynı şeyi bir daha yapmaması için kendisini uyardı.
Muâviye’nin hilâfeti sırasında, yeğeni Medine Valisi Velîd b. Utbe ile Hz. Hüseyin arasında bir mal hususunda anlaşmazlık çıktı. Hz. Hüseyin’in, kendisine baskı yapmak isteyen Velîd’e hakkının verilmemesi durumunda Hilfü’l-fudûl’e başvuracağını söylemesi üzerine Velîd haksız tutumundan vazgeçti.
Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bi‘setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsettiği, İslâmiyet’in onu daha da pekiştirdiğine inandığı ve bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağrıldığı takdirde de tereddüt göstermeden derhal icâbet edeceğini söylediği kaydedilmektedir. (Muhammed Hamidullah, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Hilfü'l-fudûl” maddesi)

31 Mart 2018 Cumartesi

CEZALANDIRMA İLKELERİ


Hiçbir hukuk sisteminde keyfî cezalandırma olmaz.!


Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi “Ceza” maddesinin “Cezalandırma İlkeleri” bölümünü -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için paylaşıyorum.

Cezalandırma İlkeleri
a) Kanunîlik.
İslâm ceza hukukunda nassa veya kanuna dayanmayan bir ceza şeklinden söz etmek mümkün değildir. Kısası, diyeti ve hadleri gerektiren suçların şâri‘ tarafından açıkça tayin ve tesbit edilmesi, hâkimin de bu cezaları verme zorunda oluşu cezalandırmada keyfîliği önlemekte, kanunîliği ve hukukun üstünlüğünü sağlamaktadır. Kur’an’da, cezalandırmanın geçmiş suçları kapsamayacağının değişik vesilelerle ifade edilmesi, sorumluluk için tebliğ ve risâletin ölçü alınması da kanunîlik ilkesini tekit eder. İslâm hukukçularının önemli bir bölümü, hadlerde ve kısasta kıyası ve genişletici yorumu kabul etmeyip ceza naslarının tefsirinde yargının yetkisinin kısıtlı olduğunu belirtmek, silâhlı gasp ve eşkıyalık suçuyla ilgili olarak âyette (Mâide 5/33) geçen dört seçimli ceza nevinden hangilerinin suçun hangi merhalesinin karşılığı olduğunu belirlemeye çalışmak ve hangi çeşit suçlar için siyaseten ölüm cezasının verilebileceğini tartışmakla aynı zamanda cezalandırmada kanunîlik ilkesini de korumak istemişlerdir.
b) Şahsîlik.
Bu prensip Kur’an’da, herkesin yaptığının kendisine tesir edeceği ve hiçbir mükellefin başkasının işlediği suçun sorumluluğunu taşımayacağı şeklinde değişik vesilelerle tekrar edilmiş (En‘âm 6/164; Fâtır 35/18; Necm 53/38-39), hem dünya hem de âhiret hayatında geçerli genel bir ilke olarak ortaya konmuştur.
Hz. Peygamber de babanın suçundan evlâdın, oğulun suçundan babanın ceza görmeyeceğini, her suçlunun ancak kendi aleyhine bir fiil işlemiş olacağını bildirmiştir. İslâmiyet, Arap toplumunda öteden beri devam edegelen kollektif sorumluluğu ilke olarak reddedip cezanın şahsîliği kaidesini hâkim kılmıştır. Ancak bu kaidenin iki istisnası olan âkıle ve kasâme müesseseleri, belli bir amaca yönelik olarak İslâm hukukunda devam ettirilmiştir. Her ikisinde de sadece ceza değil, tazmin yönü de bulunan diyet ödeme yükü suç ve suçlu ile zayıf da olsa ilgisi bulunan belli bir zümreye dağıtılarak bir yandan toplumda sosyal denetimin yerleşmesi amaçlanmakta öte yandan da maktulün kanının heder olması önlenmektedir.
c) Genellik.
İslâm ceza hukukunda cezanın şahıslar bakımından umumiliği, yani kanun karşısında herkesin eşitliği ilkesi hâkim olup hiçbir zümre ve şahsa dokunulmazlık veya ayrıcalık tanınmamıştır. İslâmiyet başlangıçtan itibaren bütün insanların eşit olduğunu, üstünlüğün ancak takvâda bulunduğunu, takvânın da adaleti sağlamakla gerçekleştiğini belirterek bütün kurumlarını adalet esasına oturtmayı amaçlamıştır. Hz. Peygamber ve ashap devri bu çizgideki uygulama örnekleriyle doludur. Nitekim Resûl-i Ekrem, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi yönünde ashaptan gelen bir talebi şiddetle reddetmiş ve geçmiş milletlerin mahvolmasının başlıca sebeplerinden birinin bu ayırım olduğunu söylemiştir. Bir başka olayda da ceza uygulamasında câriye-hür ayırımı yapmamış, bunu yadırgayan sahâbîlere de kısasın Allah’ın hükmü olduğunu ifade etmiştir.
Cezalar kamu düzeninin tabii bir gereği olduğundan İslâm ülkesinde yaşayan, bu ülkenin vatandaşı olan veya olmayan gayri müslimlere de (zimmî veya müste’men) aynı şekilde uygulanır. Ancak konu din hürriyeti noktasından ele alınınca zimmîlere şarap içme cezasının uygulanmayacağı görüşü hâkimdir. Onlara zina cezası tatbikinde ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre müste’menlere Allah hakkının galip olduğu hadler uygulanmayıp yerine ta‘zîr cezası verilir. Zimmî ve müste’menler de devletin koruması altında olduğundan onlara karşı işlenen suçlar da aynı şekilde cezalandırılır. Ancak bir zimmîyi öldüren müslümana kısasın uygulanması tartışmalıdır. Hanefîler’e göre cezalar devletin hâkimiyetiyle yakından ilgili olduğu için bir müslüman veya zimmî düşman ülkesinde işlediği suçlar sebebiyle cezalandırılmaz. Cezalandırmada aslolan suçun devletin egemenlik alanında işlenmesidir. Hukukçuların çoğunluğuna göre düşman ülkesinde suç işleyen müslüman veya zimmî ülkeye dönünce cezalandırılır.
d) Suç-Ceza Dengesi.
İslâm ceza hukukunda suç ile karşılığında verilecek ceza arasında mâkul bir dengenin mevcudiyeti dikkati çekmektedir. Cezalandırma asıl amaç değil zarureten başvurulan bir çaredir. Bu sebeple cezalar ancak zaruret ölçüsünde belirlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür” (Şûrâ 42/40) hükmü, tecavüzlere sadece misliyle karşılık verilmesinin gereğine ve dolayısıyla suç-ceza dengesinin tesisine işaret etmektedir. Suçun derecesini tayinde, mağdura verdiği zarar yanında suçun içtimaî bünyeye ve üçüncü şahıslara olan olumsuz tesiri, İslâmî değer hükümlerini ihlâl derecesi de göz önünde bulundurulur. Toplum hakkının ciddi boyutlarda ihlâl edildiği had suçlarında suç ve ceza mağdurun uğradığı zararla doğrudan orantılı değilken şahsî hakların ön planda olduğu kısas ve diyette cezanın nevi ve miktarı suçun nevi ve miktarıyla yakından ilgili olup bu grupta mümkün olduğu ölçüde suç-ceza eşitliği korunur. Nitekim kısasta suçlunun mağdura verdiği zararın misliyle cezalandırılması ilkesi hâkimdir. Adam öldürme suçuna aslî olarak iştirak eden birden fazla kimsenin bir kişi karşılığında öldürülmesi yönündeki ashap görüş ve uygulaması, cezalandırmada şahsî hakkı korumanın yanı sıra kamu düzenini sağlama ve suçu önleme gayesinin de hâkim olması ile izah edilebilir. Yakınıyla zina, işkence ederek öldürme, tekerrür, suçların içtimaı gibi hususlar cezalandırmada ağırlaştırıcı sebepler arasında sayılırken hata, şüphe, bilgisizlik, ilk defa işlemiş olma, çalınan malın değersizliği gibi faktörlerin cezayı hafifletici sebepler sayılması da İslâm hukukundaki suç-ceza dengesinin tabii sonucu olarak değerlendirilmelidir.
e) Cezalandırmada Adalet ve Hakkaniyet
Kur’an ve Sünnet’te belirlenen kısas ve had cezaları, işlendiği sabit olan suçlar için verilmesi zorunlu olan, azaltma veya başka bir cezaya tahvil etme konusunda hâkime takdir hakkının verilmediği tek seçimli cezalardır. Bu cezaların haksız yere verilmesi telâfisi imkânsız yaralar açacağından ilgili naslar ve bu paralelde gelişen hukuk doktrini suçların oluşmasında, ispatında, cezayı düşüren sebepleri işletmede suçlu lehine titizlik göstermiş, şüphe ve tereddütten sanığın faydalanacağını genel bir ilke olarak benimsemiş, böylece cezalandırmada adaleti sağlamıştır. Hz. Peygamber’in, “Elinizden geldiği ölçüde Müslümanlardan cezaları kaldırınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen salıveriniz. Devlet başkanının affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha hayırlıdır” meâlindeki hadisi sanık lehine titizlik gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir.

ü  Kanunu bilmemenin belli durumlarda mazeret sayılması,
ü  cezaî hüküm taşıyan nasların geçmişe şâmil olmaması,
ü  herkesin aslen suçsuzluğunun ilke olarak kabul edilip suç için belli ispat vasıta ve ölçüsünün istenmesi,
ü   ceza ağırlaştıkça ispat vasıtalarının da ağırlaşması,
ü suçluya işkence edilmesinin yasaklanması cezalandırmada adaleti gerçekleştirmeye, haksızlığı ve hakkın suistimalini önlemeye yönelik ilkelerdir. Nitekim Hz. Peygamber, “Allah her şeyde güzel ve uygun davranmayı emretmiştir... Öldürdüğünüzde bile bu işi güzel yapınız” meâlindeki hadisle kısasın ancak kılıçla infaz beyan ederek işkence ile veya ateşte yakarak öldürmeyi yasaklamış, böylece yargılamada olduğu gibi cezaların infazında da adaletin gözetilmesi ilkesini vazetmiştir. İslâm devletinin kuruluş dönemine ait bazı münferit olaylarda suçluların işkence ile öldürme tarzında cezalandırıldığına rastlanmaktaysa da bu uygulama o günkü savaş şartları çerçevesinde saldırganları işledikleri suçların misliyle cezalandırma ilkesine bağlı geçici ve caydırıcı bir operasyon niteliğinde olup bu tür cezalandırma sonradan kaldırılmıştır.
Suçlunun cezaya güç yetiremeyecek derecede hasta ve zayıf oluşu gibi özel durumlarda cezanın hafifletilmesi veya tecili söz konusudur. Hz. Peygamber, zina eden çok zayıf ve ihtiyar bir sahâbîye 100 celde yerine çok dallı bir ağaç parçası ile bir defa vurmayı yeterli görmüş, âdet gören câriyenin celde cezasını özürlü halinin sona ermesine kadar tehir ettirmiştir. Köle ve câriyelere bazı cezaların yarıya indirilerek uygulanması, vücûb ve edâ ehliyetlerindeki eksikliğin karşılığı olması itibariyle adaletin gereği kabul edilmiştir. Şerefli ve itibarlı kimselerin kısas ve had suçları dışında kalan küçük suçlarının belli durumlarda affedilebilmesi, kıtlık zamanlarında ve benzeri zaruret halinde yapılan hırsızlığın had ile cezalandırılmaması, cezalandırmadan beklenen gayeye uygun davranışlar olarak değerlendirilmelidir.
D) Cezaî Sorumluluk.
Bir fiilin suç sayılıp cezalandırılabilmesi için onun
ü nas veya kanun tarafından suç olarak belirlenmiş olması (kanunî unsur),
ü bilfiil işlenmiş olması (maddî unsur),
ü failin kusurlu olması (mânevî unsur) ve ayrıca
ü fiilin hukuka aykırı olması gerekir.
Suça hazırlık mahiyetindeki fiiller ve suça teşebbüs ayrı bir suç teşkil etmediği sürece cezalandırılmaz. İşledikleri suçtan, ancak hür irade ve temyiz gücüne sahip olup kendilerine kusur isnadı kabil olan kimseler sorumlu tutulabilir.
İslâm hukukunun, insanların dışındaki canlıların ve eşyanın sorumlu olmadığı ilkesini getirmiş olması, hukuk tarihinde kaydedilmiş önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir. Zira hayvanların ve eşyanın sorumlu tutulması İslâm öncesi hukuk düzenlerinde mevcut olup bu anlayışa XIX. yüzyıla kadar Avrupa’da da rastlanmaktadır. Câhiliye döneminde bir kimse kuyuya, madene düşerek ölmüş veya hayvan tarafından öldürülmüşse o kuyu, maden veya hayvan ölenin diyeti sayılabilirdi.
Hz. Peygamber, “Hayvanlar, kuyu ve maden yaralamadan (cinayetten) sorumlu tutulamaz” diyerek bu uygulamayı kaldırmıştır. Cezaî sorumlulukta failin kusur derecesinin yani kasıt, ihmal veya taksirinin, suçu işleme durum ve aletinin farklı sonuçları vardır. Kastı tesbitte de genelde belirgin ve objektif ölçüler alınır. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, sarhoşluk, ikrah gibi fiil ehliyetine tesir eden haller malî sorumluluğu pek etkilemezse de cezaî sorumluluğa değişik derecelerde müessir olur. (Ali Bardakoğlu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Ceza” maddesi, “Cezalandırma İlkeleri” bölümü)

23 Mart 2018 Cuma

Bütün Dünyalığı Bir Sepete Sığıyordu...


Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin devamlı yanında taşıdığı bir sepeti vardı.
Onun için bu sepet aynı zamanda bütün hayatın tek bir sepetin içine sığabileceğini gösteren bir hayat tarzının simgesiydi.
“Üstadın bu sepetinin içinde ne vardı?” sorusuna cevap olarak,
“Dünyalık adına sahip olduğu her şey” dense büyük bir yanlış yapılmış olmaz.

    Bediüzzaman’ın dünya namına hiçbir şeyi yoktu; onun sadece bir sepeti vardı. Varı yoğu o sepetin içindeydi. Üstad, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselam) bir hadis-i şerifte ifade ettiği üzere bir yolcu gibiydi. Yolcunun ne kadar malı mülkü olursa, o da o kadarına sahipti. Zira, yapmayı düşündüğü şey onu dünyalıktan uzak tutuyordu. Onun dünyada Allah rızasına ulaşmaktan başka bir gayesi yoktu. Bunu kendisini sevenlere de bir hedef olarak gösteriyordu.
Üstad, bu sepetinin içinde değişik ihtiyaçlarını karşılayacağı malzemeleri taşıyordu. Genel olarak bir çaydanlık, birkaç bardak, biraz şeker ve çayın bulunduğu bu sepetin içine zaman zaman da yiyecek bir şeyler koyardı. Mesela bir keresinde bisküvi koymuş, gelen herkese de bundan ikram etmişti. Bir kilo ancak olan bu bisküvi uzun süre bitmemiş, samimiyetin verdiği bereketle pek çok insanın midesinde yerini bulmuştu. Üstad bu sepetin içine bazen üzüm ve pestil de koyar, yanındaki insanlara ikram ederdi.
Bediüzzaman, almaya değil vermeye programlanmış bir insandı. O, insanlardan bir şey almamış; elinden geldiğince onlara vermişti. Böyle olunca da onunla beraber, verdikleri de kendisine ait bir hazine olarak ahirete gitmişti. Zaten, bir mektubunda, insanlardan hediye kabul etmenin kendi adına “ahirete ait meyveleri dünyada yemek” gibi bir şey olacağını, bunu da kabul edemeyeceğini söylüyordu.
Dünya ona sahip olamadı
Dünya, Üstad’a sahip olamadı. Çünkü onun kendisine sahip olacak dünyalığı yoktu. Esasen sahip olduğunu zannettiği şeyler, insanın sahibi olup onu yönlendiriyorlar şu dünyada. Kendisine düşmanlık besleyen insanların ondan alacakları, korumak zorunda olduğu bir mal, dolayısıyla da kaybedeceği hiçbir şey yoktu. Onun elinde Kur’an’a ait elmas düsturlar vardı ve o, bunları bir hazine gibi saklamıyor, herkese ikram ediyordu.
Bütün varlığı bir sepetten ibaret olan bir insanı dünyaya bağlamak ve ondan kendisine zor gelecek bir şey istemek mümkün değildir. Zira onun kaybedecek bir şeyi yoktur. Bu konuda Üstad’dan aldığı aşk, şevk ve iman kuvvetiyle hayatını mahkeme mahkeme mazlumları savunmakla geçirmiş olan Avukat Bekir Berk Bey’in başından geçen bir hadise gelir akla.
Dine ve dindara baskıların en şiddetli olduğu dönemlerden biridir. Bekir Bey cansiperane bir savunma yapar. Sadece mazlumları değil, aynı zamanda yere düşürülmek istenen dinî hayatı da savunur. Savcı, Bekir Bey’e bir tehdit savurma gayesiyle
“Neyine güveniyorsun?” diye sorar. Bu soru Bekir Bey’i yerinden fırlatır. Kafesteki bir aslandan farksızdır. Çantasını açar ve bembeyaz bir kefen çıkarır. Savcıya ve onunla aynı kafada olan insanlara cevabını verir:
“Buna güveniyorum.” Evet, karşılığında ölüm göze alındığında ucuzlamayacak değer yoktur. Dünyada sadece bir kefenleri olduğunu bilenlerin korkacakları hiçbir şey yoktur.
Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca pek çok eza ve cefaya maruz kaldı. Bütün yapılanlara karşı bir an olsun beddua etmediği gibi intikam almayı da düşünmedi. Hayatta çektiği sıkıntılara ek olarak vefatından sonra da rahat bırakılmadı. Defnedildikten kısa bir süre sonra mezarından çıkarıldı ve pek az kimsenin bildiği bir yere taşındı ki, kendisi de mezarının bilinmesini istemiyordu. Çünkü insanlar farklı anlayışlara kapılabilir, orada İslam inançlarına ters hareketler yapabilirlerdi.
Seksen küsur senelik hayatı boyunca sahip olduğu tüm dünyalık devamlı yanında taşıdığı sepete sığıyordu. O, küçük yaşta evinden çıkmış, hayatının değişik dönemeçlerinde dünya ona gülmüş, dünyevi imkânlarla karşılaşmış, kendisine yüksek ücretli resmi bir görev teklif edilmiş; ancak o, bunlara hiç iltifat etmemiş, sadece davasını ve bunların belgeleri olan eserlerini yazarak ziyaret edilecek bir mezar bile bırakmadan bu dünyayı bırakıp gitmişti.
Yarım asırdan fazla bir zaman önce ruhunun ufkuna yürüyen Bediüzzaman, örnek hayatı ve eserleriyle ortada. Gök kubbede bıraktığı sadâ da kıyamete kadar yankılanmaya devam edecek…


27 Ocak 2018 Cumartesi

İhlas Risalesi Üzerine


Üstad Bediüzzaman Said Nursî'nin çok önem verip üzerinde ısrarla durduğu "İhlas Risalesi" üzerine, Yeni Ümit dergisinde bir makale kaleme almıştım. Derginin arşivi silindiği(!) ve internet aramalarında makaleye ulaşamadığımdan, değerlendirmek isteyenler için paylaşmak istedim.
İstifade ümidiyle...


Eserleri ve hayatıyla pek çok insanın fikir ve kalb hayatına yön veren, yaklaşımlarıyla değişik ufuklar açan, hareket ve aksiyonu geniş toplum kesimlerince hüsnü kabul görmüş olan Bediüzzaman Hazretleri,(1) aynı zamanda Allah yolunda hizmet, O'nun adını ufkumuzda yüceltme de diyebileceğimiz i'lâ-yı kelimetullahın metodu adına son derece önemli düsturlar ortaya koymuştur. Bu mânâda en mühim eserlerinin başında 1934 yılında sürgün olarak bulunduğu Barla'da telif edilen İhlâs Risâlesi gelir. Bu makalede "İhlâs Risâlesi"nin yazılma süreci ve müellifin dilinde "İhlâs" kavramının nasıl kullanıldığı üzerinde durulmaya çalışılacaktır.

İhlâs Risâlesi'nin Telifine Doğru
Bediüzzaman Hazretleri, Kurtuluş savaşından sonra ilim ve fikirlerinden istifade edilmesi için Birinci Meclis'e çağrılır. Meclis'te mebusların namaz konusunda gevşek davrandıklarını görünce namazı anlatan bir Risâle neşreder ve konuşmalarının çoğunu bu konuya ayırır. Namaz üzerinde bu kadar hassasiyetle durmasına itiraz edilen Üstad, 1923 yılı baharında Ankara'dan ayrılarak Van'a gider. Orada bazı talebeleriyle birlikte Erek Dağı'nda inzivaya çekilir; vaktinin çoğunu talebe yetiştirmekle, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin tabiattaki tecellîlerini tefekkür ve ibadetle geçirir. Bu sırada memleketin doğusunda bir isyan başlar; ancak Bediüzzaman konuştuğu her yerde, böyle bir isyanın dinen doğru olmadığını vurgular ve halkı yatıştırmaya gayret eder. Hattâ Van ahâlisinin önemli bir kısmı bu isyanlara onu dinleyerek katılmaz; katılmaz ama, türlü bahanelerle önde gelen âlimler ve sözü dinlenen insanlar, Anadolu'nun batısına sürgün edilirler. Bediüzzaman da sürgün edilenler arasındadır ve 1925'te sürgün hayatı başlar. Trabzon üzerinden İstanbul'a, orada biraz kaldıktan sonra deniz yoluyla İzmir'e, ardından Antalya'ya, oradan da Burdur'a getirilir. Burada bir camide 7 ay kaldıktan sonra, Isparta’ya, yaklaşık bir ay sonra, 1 Mart 1927 Salı günü, "Ücra bir köşede, mahrumiyetler, kimsesizlik ve gurbet hayatı içinde kendi kendine ölür gider." düşüncesiyle, kara yoluyla doğrudan ulaşımın olmadığı bir nahiye olan Barla'ya sürgün edilir.
Her türlü zorluğa ve dış baskıya rağmen, içi imanla dolu bir kalbin taşmaması mümkün değildir. Nitekim Bediüzzaman da, onu susturmak isteyenlerin beklentilerinin aksine Barla'da unutulup gitmemiştir. Zîrâ civanmert Anadolu halkı diğer âlimleri baş üstünde tuttuğu gibi Üstad'ı da yalnız bırakmamış, ona ve davasına sahip çıkmıştır. Üstad, Kur'ân'dan aldığı dersleri yanına gelenlere anlatmaya ve mümkün oldukça da yazdırmaya başlamıştır.
1927 yılında Risâle-i Nur'un ana eserleri telife başlanır. Bu hakikatlerin diğer insanlara da ulaştırılması lâzımdır. Bunu ulaştıracak olanlar da talebeleridir. Ancak bu ulaştırmanın bir metodu, yaklaşımı ve esasları olmalıdır. Bu hakikatler, kendisini Bediüzzaman'a düşman olarak konumlayanların dikkatini çekmeyecek bir şekilde anlatılmalı ve hayata geçirilmelidir. Nitekim o talihsiz günlerde dindarlığını ortaya koyan, bazı dinî talepleri olan insanlar susturulmakta, hattâ bazıları idam edilerek topluma büyük bir gözdağı verilmektedir.
Her dönemde ortaya bazı kavramlar atılıp bunun etrafında bir kısım masum insanlar suçlandığı gibi, o dönemde de insanların başında Demokles'in kılıcı olarak kullanılan kavram, "cemiyetçilik"tir, yani cemiyet oluşturup devletin nizamını değiştirmek ve yıkmak. Üstad da, "Bediüzzaman, gizli cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor." suçlamasına maruz kalır. İşte bu şartlar altında 1934 yılında menfî (sürgün) olarak bulunduğu Barla'da "İhlâs Risâlesi" yazılır. 
Bediüzzaman bu Risâlenin adını "İhlâs" koymuştur. Zîrâ, Allah rızası için yapılan en küçük işlerde bile O'nun rızasına nâil olma duygusunun bir an olsun unutulmaması elzemdir. Bediüzzaman ihlâsın her türlü işte asıl olduğunu anlatmanın yanında, aslında nasıl hizmet edileceğini anlattığı bu eserine "İhlâs Risâlesi" demekle aynı zamanda onu susturmak ve yok etmek isteyenlere karşı hizmetini korumuştur. Zîrâ, 1934 yılında, İhlâs Risâlesi yerine hizmet risâlesi, hizmet düsturları gibi bir şey denilmiş olsaydı Üstad'ı cemiyetçilikle suçlayanlar bunu mutlaka aleyhine değerlendirirlerdi. Nitekim Nur'un önde gelen talebelerinden Yüzbaşı Re'fet Bey'in hatıralarında trajikomik bir hâdise anlatılır:
Isparta'da âni yapılan baskın ve araştırmalarda ele geçirilen Risâle ve mektuplar arasında bir kitabın üzerinde 'Ramazan'a aittir.' diye bir yazı vardır. Baskını yapanlar sadece bu kısmını okuyup "Kimdir bu Ramazan?" diye araştırdıktan sonra nihayet Isparta Atabey'in köylerinden Ramazan isimli bir vatandaşı da ellerini bağlayarak Eskişehir Hapishanesi'ne yollarlar. Aradan iki ay geçtikten sonra kitabın Ramazan Efendi'ye ait değil, Ramazan ve orucun hikmetlerini anlatan Bediüzzaman'ın Ramazan Risâlesi olduğu anlaşılır. Mazlum ve masum Ramazan Efendi tahliye edilir. Bediüzzaman da hapishanede tanıştığı bu zatı, 'Kardeşim Ramazan, hakkını helal et!' diye teselli eder.(2) Bu hâdise de hizmetin stratejisine ait temel eserlerin başında gelen bu Risâle'ye, İhlâs isminin verilmesinin ne kadar yerinde olduğunu gösterme adına mânidardır.
İhlâs Risâlesi'nde dine hizmet adına temel düsturlar ortaya konulmuştur. İhlâs Risâlesi sadece ibadetlerdeki ihlâs hakkında bilgi vermek için yazılan bir Risâle değildir. Bu mânâdaki ihlâs hakkında Risâle-i Nur'un değişik yerlerinde gerekli bilgiler yer alır. Meselâ, İşârâtü'l-İ'câz'da, "İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."(3) denilerek ibadette ihlâs ele alınır. Bu mânâsıyla ihlâs mevzuu Mesnevi-i Nuriye, İşârâtü'l-İ'caz ve başka Risâlelerde de yer yer işlenir.
İhlâs Risâlesi olan Yirmi Birinci Lem'a'nın üslûp açısından da bilgi verme mahiyetinden ziyade, harekete ve aksiyona dâir bir Risâle olduğu görülür. Nitekim bu Risâle'de muhataba, "Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'âniye'de arkadaşlarım!", "Ey kardeşlerim!" şeklinde seslenilerek hizmet arkadaşlığına vurgu yapılmaktadır.
Bu Risâle'nin iman ve Kur'ân'a hizmetle doğrudan ilgili olduğu kanaatini kuvvetlendiren başka bir husus da bu kısa Risâle'de "hizmet" kelimesinin yirmi altı defa, yani çokça kullanılması ve bunun yanında "hâdim", "hademe" gibi aynı kökten türetilen kavramların da bu Risâle'de yer almasıdır.
Üstad'ın ifadesiyle Nurların birinci talebesi olan Hulusi Yahyagil'in İhlâs Risâlesi'yle alâkalı kendisinin neden birinci talebe olduğunu gösterir tarzda bir mektubu vardır. Üstad bu mektubu Barla Lâhikası'na almakla bu hususta onun söylediklerini tasvip ettiğini göstermektedir. Hulusi Yahyagil şöyle yazmaktadır: "En az on beş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmi Birinci Lem'a, Evrâd edinilecek kadar ehemmiyetlidir."(4) Nitekim kendisi de bu Risâle'yi okuma hususunda hassasiyetini ortaya koyarak, hayatı boyunca on beş günü geçirmemeye gayret etmiştir.
İman ve Kur'ân hizmeti yapanlar için rehber bir eser olması adına Risale-i Nur'un önde gelen nâşirleri tarafından Külliyat'ın muhtelif yerlerinden derlenerek "Hizmet Rehberi" adı verilen eserde iman hizmeti adına esas umde ve hakikatlerin İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri olduğu nazara verildikten sonra, "Bu Hizmet Rehberi, Külliyat-ı Nur'dan ve mektublardan, İhlas ve Uhuvvet Risalelerindeki düsturları ve esasları teyit ve takviye eden bahislerden müteşekkildir."(5) denilerek, hem İhlâs Risalesi'nin hem de ismini Üstad'ın bulunduğu yerden alan, o dönemde karşılıklı yazılan mektupların derlendiği Lâhikalar'ının nasıl okunması gerektiği hususunda ipuçları verilir.
Burada dikkati çeken bir nokta da ihlâsı kıran sebeplerde ortaya çıkıyor. Aynı şekilde bunlarda da içtimaîlik ağır basıyor. Üstad'ın da işaret ettiği gibi burada bu sebeplerin sadece birkaçı zikrediliyor, diğerlerinin, "Külliyat" içindeki yerlerinden bulunup değerlendirilmesi isteniyor. Zîrâ sınırlı sayıda sayfası olan bir el kitabı veya kılavuz nevinden bir Risâle'de, bütün bunların olması mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Çünkü bu bilgiler de yazılırsa eserin hacmi artar ve sık sık okunması da zor olur.
Bediüzzaman Hazretleri'nin, Nurlar'ın değişik yerlerinde üzerinde ısrarla durduğu bu hususlar da iman hizmetinde bulunmak isteyenlerin asla unutmamaları gereken hayat düsturlarıdır. Bu düsturların en yoğun olduğu İhlâs Risâlesi, yoğun günlük faaliyetler içinde, hattâ Allah yolunda hizmet ederken -uzun yola giden bir şoförün zaman zaman bir kenara çekip dinlenmesi gibi- hizmetin âhenk ve selâmeti için -Üstad'ın da vurguladığı gibi- sık sık okunmalı ve anlatılan düsturlar hayata taşınmalıdır.

İhlâs nedir?
İslâmî literatürde anahtar bir kavram olan ihlâs, lügatlerde "sâfi olma, içindeki yabancı unsurlardan temizlenme, hiçbir yabancı unsur barındırmama" mânâlarına gelir. Kur'ân-ı Kerîm'de ihlâs kelimesi bu aslî mânâsında kullanılır. Mü'minler ihlâs sahibidirler ve ihlâsın hakikati de Allah'ın rızası dışındaki her şeyden uzaklaşmak, şirk şaibelerinden arınmaktır.(6) Tasavvufî eserlerde ise ihlâs, çoğunlukla kullukta maddî-mânevî hiçbir beklentiye girmemek şeklinde ele alınmaktadır. Mesela, İslâm'ın kalb ve ruh hayatına dâir temel mesele ve kavramların değerlendirildiği Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde, ihlâs ile alakalı tariflerin genelde "doğru, samimî, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti içinde Allah'la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta bulunma" etrafında cereyan ettiği vurgulanır ve şöyle bir tarif yapılır: "İhlâs; ferdin, ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk'ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her şeye karşı kapanması, abd ve Mâbud münasebetlerinde sır tutucu olması, yaptığı şeyleri Hakk'ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması, tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiği için yerine getirmesi, yerine getirirken de O'nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve O'nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır."(7)
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ihlâsı, Nur Külliyatı içinde geleneğe uygun olarak umumiyetle ibadetlerle alâkalı olarak değerlendirir ve "İhlâs, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır." şeklinde bir tarif yapar.

İhlâs Düsturları
İhlâs Risâlesi'nde anlatılan düsturlar herkes için, hayatın her ânında önemli ve gereklidir. Bunların sadece öğrenilmesi yeterli değildir. Düsturların ikisi, daha ziyade ferd ve ferdî ihlâsla alâkalı görülürken diğer düsturlar ve anlatılan hususlar içtimaîdir. Yani ferdî ihlâstan ziyade cemaat ihlâsı, içtimaî ihlâs, ihlâsla hizmet veya daha farklı bir kelimeyle ifade edilecek olursa âhenkle hizmet nazara verilmektedir. Bu düsturlar sık sık hatırlanmalı, hattâ unutulmamalı, dahası bunlar insan tabiatının bir yanı hâline getirilmelidir. Nitekim Üstad da bunları anlatmaya başlamadan önce buna dikkat çekmekte ve "ihlâsı kazanmak, muhafaza etmek ve mânileri def etmek" için bu düsturların rehber edilmesi gerektiğini söylemektedir. İhlâs kazanılmışsa, kazanılan ihlâsın korunması ve önüne çıkacak engellerin bertaraf edilmesi için bu düsturlar elzemdir. Şimdi bu düsturları tekrar hatırlayalım:

Birinci Düstur:
Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı
Allah rızası bütün amellerin önünde, olmazsa olmaz bir duygu olarak bulunmalıdır. Namaz kılarken Allah rızası, kitap okurken Allah rızası, ailenin geçimini sağlarken Allah rızası, i'lâ-yı kelimetullah için yapılan hizmetlerde Allah rızası… Allah için yapılan hizmetlerde zaman zaman farklı mülâhazalara girilebilmektedir. "En güzel ve başarılı hizmeti yapma ve bunu herkese gösterme" şeklinde bir niyet bazen insanların zihinlerine gelebilmekte ve riyaya kapı aralanabilmektedir. Halbuki, "Allah, ancak kendi rızası umularak ve Allah için hâlisane yapılan amelleri kabul eder." (Nesai, Cihad 24)
Herkes razı edilse bile Allah'ın razı olmadığı bir hizmet makbul değildir. Zîrâ hizmetler, sınırlı dünya hayatı için değildir. İnsanın ebedî saadeti, Allah'ın rızasını elde etmesi sonucu Cennet'te tecelli edecektir. Allah razı olmadıktan sonra milyonlarca insan bir hizmeti alkışlasa bile bu, beş para etmez, O'nun nezdinde bir kıymeti olmaz.

İkinci Düstur:
Bu hizmet-i Kur'âniye'de bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde fazilet-füruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmemektir.
Bu düsturda beraber yaşamanın ve ortak bir hedef olarak Allah rızasına yürümenin önündeki iki temel problem nazara verilmektedir: Tenkid ve insanları gıbtaya sevk etmek.
Herkes yaptığı hizmetlerden bahsederken diğer insanların duygularını da dikkate almalı ve başkalarını kıskançlık ve gıptaya sevk etmemelidir. Allah için yapılan hizmetlerde çok önemli olan bu düstur hayata taşınmayınca herkesi tenkit ve kendi yaptıklarını büyüterek anlatma gibi bir hastalık ortaya çıkar.
Evet, "Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zîrâ, yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir."(8)
Tenkit meselesine bir fabrikanın çarklarının âhenkle işlemesi misâl veriliyor. Allah yolunda hizmet edenler de şuurlu olarak işlerini ve hizmetteki vazifelerini âhenkle yapmalı, bir fabrikanın çarkları gibi düzenli çalışmalı; birbirini tenkit ederek çalışma azmini kırmamalıdır.

Üçüncü Düstur:
Bütün kuvvetinizi hakta ve ihlâsta bilmelisiniz.
Bediüzzaman Hazretleri bu düsturun açıklamasında hem bir durumu tespit etmekte hem de yapılan hizmetler vesilesiyle talebelerine iltifat etmektedir. Zîrâ, kendisinin İstanbul'da ve kendi memleketinde daha fazla imkânı ve yardımcıları varken, Barla'da yedi-sekiz senede yapılan hizmet daha fazla muvaffakiyet göstermiştir. Ona göre bunun sebebi de Barla'daki talebelerin ihlâsla hizmet aşk u şevki içinde olmalarıdır. Ayrıca burada "Şefkat Tokatları" nazara verilmektedir ki, bunlar Allah için çalışan insanların bazı sebeplerle ellerini hizmetten çekmeleri ve ihlâsı kırmaları neticesi olarak gelmektedir.

Dördüncü Düstur:
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.
Bu düsturun açıklamasında da "tefânî" sırrı üzerinde duruluyor. Evet, herkes hizmette kendine düşen rolü hakkıyla yerine getirmeli ve diğerlerinin yaptığı hayırlı işlere kendi yaptıklarından daha çok sevinmelidir. Zîrâ kendi yaptıklarının içine, "riya" gibi, amelleri yiyip bitiren bir virüs bulaşabilir. Bundan kurtulmak için de kardeşlerin meziyetleri, kişinin kendine aitmiş gibi düşünülmeli ve başkalarının başarılarından ciddi sevinç duyulmalıdır.
Yirmi Birinci Lem'a olan İhlâs Risâlesi'nin girişinde, "On Yedinci Lem'a'nın On Yedinci Notası'nın yedi mes'elesinden Dördüncü Mes'elesi iken, ihlâs münasebetiyle Yirminci Lem'a'nın İkinci Nokta'sı oldu. Nuraniyetine binâen Yirmi Birinci Lem'a olarak Lemeât'a girdi." denilmektedir. Yine İhlâs hakkında olan Yirminci Lem'a'nın başında beş noktadan ibaret olduğu belirtilmekte ve sadece birinci noktası orada anlatılmaktadır. Yirmi Birinci Lem'a bu noktalardan ikincisi olduğuna göre geriye kalan üç nokta Külliyat'ın diğer yerlerinde aranmalıdır. İhlâs Risâlesi'nin muhtevası düşünüldüğünde bu noktaların özellikle Lâhikalar'daki bazı düsturların anlatıldığı kısımlar olabileceği anlaşılmaktadır. Meselâ, bir mektupta şöyle denmektedir:
"Gayet muhlis kardeşimiz Hasan Âtıf'ın mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vâiz, Risâle-i Nur'a zarar verecek bir vaziyette bulunmuş. Benim gibi binler kusurları bulunan bir biçarenin, ehemmiyetli iki mazeretine binaen bir sünneti (sakal) terk ettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risâle-i Nur'a ilişmek istemiş."(9)
Problemi kısaca zikrettikten sonra, Üstad Hazretleri özetle, kendi şahsındaki kusurların(!) Nur'a ve davaya zarar vermeyeceğini, kendi yırtık dellâllık elbisesinin onun bâki elmaslarının kıymetini düşürmeyeceğini söyleyerek asıl bakılması gereken şeyin şahsı değil, ortaya konan eser olduğunu vurguluyor. Daha sonra da talebelerine, ehl-i ilme karşı nasıl davranmaları gerektiğine dair; vâiz ve âlimlerle münakaşa yapılmaması, kendilerine düşmanlık edenlere bile düşmanlık edilmemesi, beddua edilmemesi, enâniyetlerin tahrik edilmemesi gibi altın düsturlar veriyor. O dönemde yaşanan hayattan izlerin bulunduğu Lahikalar'da benzeri düsturlar çok miktarda vardır.

İhlâs nasıl kazanılır?
Bu Risâle'de ihlâsı kazanmak için en başta insanların, dünyanın fânî, kendilerinin de ölümlü olduklarını unutmamaları, hattâ hiç akıllarından çıkarmamaları gerektiği vurgulanıyor. Bu konuda Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ölçüyü şu şekilde vermiştir: أَكْثِرُوا ذِكْرَ هَاذِمِ اللَّذَّات Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!" (Tirmizî, zühd 4; Nesâî, cenâiz 3; İbn Mâce, zühd 31)
Efendimiz'in bu emri, Hak dostları tarafından değişik usûllerle ölümü ve ötesini hatırlama, hattâ onu bizzat yaşama mânâsına "Rabıta-yı mevt" adı altında önemli bir düstur olmuş; sonu gelmeyen arzulardan ve ölüm yokmuş gibi düşünüp yaşama şeklinde insanı yoldan çıkaran hastalıklardan kurtulma vesilesi olarak görülmüştür.
Daha sonra ihlâsı kazanmanın ikinci vesilesi olarak da "tefekkür" dile getiriliyor. Zîrâ bu tefekkür sayesinde insan hep Allah'ın huzurunda bulunduğunun şuurunda olacak ve O'nun rızasını kazanmanın yolunu araştıracaktır. Bunun da en önemli vesilesi O'nun adını herkese duyurmak ve bu yolda bir ömür boyu hizmet etmektir.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi de, "Yapılan işler karşısında maddî-mânevî bir beklentiye girmemenin ölçüsü nedir?" şeklinde bir soruya cevap verirken Üstad'ın işaret ettiği "rabıta-yı mevt" ve "tefekkür" gibi ihlâsı kazandıran hususları saymış, daha sonra da bunlara, “kalbî hayatı Allah'a açık olan insanlarla oturup kalkmak ve her şeye rağmen bu insanlardan ayrılmama,” “selef-i sâlihînin hayat-ı seniyyelerini örnek alma” şeklinde bazı maddeler de eklemiştir.(10) Bu cevaptan da her iki müellifin ihlâsı, "beklentilere girmeden hizmet etmek" şeklinde yorumladığı anlaşılmaktadır.

İhlâsı kazanma vesileleriyle alâkalı bu bölüm bitirilirken, eserlerde "riyâdan kurtaracak, ihlâsı kazandıracak çok hakâik (hakikatler) zikredildiğinden ona havale edip, burada kısa kesiyoruz." denilerek bu Risâle'nin, diğer Risâlelerle bütünlük içinde okunması gerektiğine işaret edilmektedir.
Bunlar anlatıldıktan sonra ihlâsın, -burada anlatılan şekliyle hizmetin- önündeki engeller ve hizmet yolunda karşılaşılan bazı problemler zikredilmektedir. Esasen bunların her birisi üzerinde ciltlerce kitap yazılacak türden psikolojik ve sosyolojik durumları ifade etmektedir. Bu mânâda önce, rekabet söz konusu edilmektedir. Maksadı Allah'ın rızasına nâil olmak olan bir işte birbirine engel olma neticesini veren bir rekabet ciddi problemlere sebebiyet verebilir. Zîrâ, dine ve insanlığa hizmet rekabetsiz bir yarış, hizmet edenler de rakipsiz yarışçılardır.
İhlâsı kıran ikinci mâni ise, içinde pek çok hususu ihtiva etmektedir: "Hubb-i câhtan gelen şöhretperestlik sâikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-i âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı rûhî olduğu gibi ‘şirk-i hafî’ tâbir edilen riyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler." Burada hem makam sevgisi, hem şöhretperestlik, hem şan ve şeref peşinde koşma, hem insanların teveccühünü kendine çekmeye çalışma, hem enaniyet, hem nefs-i emmâreye bir makam verme, hem de şirk-i hafî olan riyâkarlığa dikkat çekilmekte ve bunların her birisinin birer virüs gibi dinî hayata zarar veren hususlar olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü mâni olarak, korku ve açgözlülük, başkalarına ait olan şeylere göz dikme mânâsına gelen tamâ zikredildikten sonra bunların ve hizmetin önündeki diğer engellerin özellikle "Hücumât-ı Sitte"de(11) izah edildiği dikkatlere sunulmaktadır.
Bu da İhlâs Risâlesi'nin Risâle-i Nur bütünlüğü içinde okunması gerektiğini ifade eden ikinci bir vurgudur. Esasen bu bütünlüğe dikkat, bütün okumalarda, müellifi anlamak için en önemli esasların başında gelir.
Hâsılı, iman ve Kur'ân'a hizmetin esasları ve temel düsturları, bizzat Bediüzzaman Hazretleri'nin kendi hayatıyla temsil edilmiştir. Bu düsturların en önemlileri de, -diğerlerine atıflarda bulunularak- 1934 yılında "İhlâs Risâlesi" olarak yazılmıştır. İnsanlar bu düsturlarla iman ve Kur'ân yolunda hizmete başlamışlar ve bu yolda karşılarına bazı problemler çıkmıştır. Bu problemleri ve getirilen çözümleri genellikle Lâhikalar'da ve özellikle de Kastamonu Lahikası'nda görmek mümkündür. Lâhikalar bu gözle okunursa hem hizmetin temel düsturlarının hem de Yirminci Lem'a'nın kalan noktalarının buralara serpiştirildiği görülebilir.

Dipnotlar
1. Yaptığı hizmet ve getirdiği orijinal yaklaşımlarıyla Bediüzzaman Hazretleri'nin enfes bir portresini çizen bir makale için bkz.: M. Fethullah Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 65
2. Son Şahitler, Nesil Yay., 2005, 1/386
3. İşârâtü'l-İ'câz, s. 86.
4. Barla Lahikası, s. 291
5. Hizmet Rehberi, s. 10
6. İsfahânî, el-Müfredât, h-l-s md.
7. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/95.
8. M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, s. 28
9. Bkz.: Kastamonu Lâhikası, Şahdamar Yayınları, s. 212-214.
10. M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, 4/3

11. Hücumat-ı Sitte, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Risale olan Altıncı kısmıdır. Burada sırasıyla, hubb-i câh (makam sevgisi), hiss-i havf (korku), tamâ, asabiyet-i milliye (ırkçılık), enâniyet, tembellik, ten-perverlik (rahat düşkünlüğü) ve vazifedarlık (işkolik olma) gibi hususlar anlatılmaktadır ve bunlar birer damar olarak zikredilmektedir. Bunların hizmette birer problem olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu risalenin sonunda ise Üstad, "Ey kardeşlerim, dikkat ediniz! Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!..." diyerek Allah yolunda yapılması gereken hizmete dikkat çekmektedir. (Bkz.: Mektubat, Şahdamar Yayınları, s. 604-626)