Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi “Tekfir”
maddesini -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade
için paylaşıyorum. Arzu edenler internet üzerinden TDV
İslam Ansiklopedisi’nin bu maddesinin aslına ulaşabilirler...
TEKFİR (التكفير)
Hz. Muhammed’in vahiy yoluyla
alıp insanlara tebliğ ettiği kesin delille sabit olan dinî bir esasın
doğruluğunu inkâr edenin kâfirliğine hükmetme anlamında kelâm terimi.
Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek”
anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türeyen tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin
diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Aynı kökten gelen
ikfâr da bu mânada kullanılır. Tekfir kelimesi, kök mânası çerçevesinde
Kur’an’da ve hadislerde “günahları örtmek, bağışlamak” anlamında geçer.
Terim olarak Allah’tan vahiy yoluyla gelip
Peygamber’in tebliğ ettiği kesinlikle bilinen dinî bir esası inkâr eden
kimsenin kâfirliğine hükmetmeyi ifade eder. İslâm âlimleri yapılan davetin
ardından İslâm’ın hak din olduğuna inanmayan dehrî (ateist), müşrik, yahudi,
hıristiyan, mürted, münafık gibi değişik inanç ve telakkileri benimseyen bütün
grupların kâfir sayıldığını söyler. Bu genel anlamının yanı sıra Mu‘tezile
âlimleri tekfir kavramına “ihbât” mânası yükleyip terimi, itaat ve isyan
türünden amellerden çok olanın az olanı geçersiz kıldığını belirten bir kavram
şeklinde de kullanmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de tekfir kelimesi geçmemekle
birlikte aynı kalıptan daha çok fiil şeklinde kelimeler “günahları örtüp
bağışlamak” anlamında yer almıştır. Kur’an’da Müslümanlığı kabul ettikten sonra
küfür kelimesini söyleyenlerin kâfir olduğu bildirilmiş (et-Tevbe 9/74),
müslüman iken dininden dönen kişinin küfre girdiği belirtilmiş (el-Bakara
2/217; Âl-i İmrân 3/106; et-Tevbe 9/66), iman ettikten sonra kâfir olup inkârda
ısrar edenlerin imana döneceklerinin umulmadığı haber verilmiş (Âl-i İmrân
3/90), dolayısıyla bunların tekfir edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir.
Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberlerden herhangi birini, ilâhî
kitapları veya Kur’an’ın bazı hükümlerini, ölümden sonra dirilmeyi ve âhiret
âlemini inkâr edenler; Allah’a ortak koşanlar, O’nun “üçün üçüncüsü” olduğunu
söyleyenler; âyetlerine karşı mücadele başlatıp Kur’an’ın Allah’tan geldiğine
inanmayanlar, Allah’a ve Hz. Muhammed’e karşı muhalefette bulunanlar; Allah’ın
haram kıldığını haram saymayanlar; Allah ile, peygamberleriyle, âyetleri ve
emirleriyle alay edenler, dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde
kalpleriyle inkâr edenler (münafıklar) hakkında Kur’an’da kâfir hükmü verilmiştir.
Diğer taraftan bazı âyetlerde
müslüman olduğunun bir işareti olarak selâm veren birine, “Sen mümin değilsin”
şeklinde karşılık verilmemesi emredilmiş (en-Nisâ 4/94), savaşa gitmekten
korkan münafıklar hakkında “küfre daha yakın” ifadesi kullanılmak suretiyle “müslümanım”
diyen kimseleri bazı karînelere dayanıp tekfir etmenin yanlışlığına dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/167).
Hadislerde de tekfir kelimesi yer almamakta,
aynı kökten türeyen fiilin geçtiği rivayetlerde bir müslümanı küfre nisbet
etmenin ağır sorumluluğuna vurgu yapılmaktadır. Hadislerde nakledildiğine göre
Hz. Peygamber, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendisinin nübüvvetine inanıncaya
kadar insanlara karşı mücadele etmekle emrolunduğunu, kelime-i tevhidi
söyleyenlerin kanlarının ve mallarının koruma altına alındığını, kıbleye
yönelip namaz kılanların ve müslümanların kestiği hayvanın etini yiyenlerin
Allah’ın ve resulünün güvencesini kazandığını, dolayısıyla tekfir
edilemeyeceğini belirtmiş, müslümana kâfir diye hitap eden kimsenin
kendisinin küfre gireceğini haber vermiştir.
Hadislerde ayrıca Allah’ı ve son peygamberin
getirdiği vahyi inkâr edenler, imanlarında şüphe içinde kalanlar, tabiat
olaylarının Allah’ın tasarrufunda bulunmadığını söyleyenler, Allah’tan
başkasının adına yemin edenler, müslüman olduktan sonra dininden dönenler ve
namazı terkedenler kâfir diye nitelendirilmiştir.
Bazı hadislerde namazı terketmek ve babasından
başka birinin çocuğu olduğunu iddia etmek gibi davranışlar için kullanılan
küfür kavramının “nankörlük etmek” veya “günah işlemek” mânasına geldiği kabul
edilmiştir. Meşrû devlet başkanına biat etmeden ölen müslümanın Câhiliye
ölümüyle dünyadan ayrıldığını, cehenneme girenlerin çoğunu nankörlük eden
kadınların teşkil ettiğini ve yalan söylemenin nifaktan sayıldığını belirten
hadislerde de küfür, câhiliyet ve nifak kelimeleri “günah işlemek” anlamında
kullanılmıştır. Bu bağlamda âlimler küfür kelimesinin dinden çıkmayı (küfr-i
ekber), ayrıca günah işlemeyi ve nankörlüğü de (küfr-i asgar) ifade ettiğini
söylemiştir.
Havâric, Şîa, Mürcie, Kaderiyye gibi mezhep
mensuplarının kâfir olduğuna dair rivayetler güvenilir kabul edilmemiştir.
Kaynaklarda Hz. Peygamber’in tekfir konusundaki
tutumunu ortaya koyan çeşitli hadiselere yer verilmiştir. Bunlardan biri,
Resûlullah’ın Mekke’nin fethi için yaptığı hazırlıkları öğrenip bir mektupla
aynı yerdeki yakınlarına gizlice haber vermeye kalkışan, ancak bu girişimi
hemen öğrenilen Hâtıb b. Ebû Beltea hakkındaki uygulamasıdır. Hz. Ömer onun
münafıklığına hükmederek boynunu vurmak için izin talep edince Resûl-i Ekrem
Hâtıb’dan açıklama istemiş, o da bu işi Mekke’de bulunan akrabalarını korumak
amacıyla yaptığını belirtmiş, Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’na katılan Hâtıb’ın
bu davranışını hata diye nitelendirip onu affetmiştir.
Bir diğer olay, Kur’an’da münafıklar hakkında
kullanılan üslûba göre Resûl-i Ekrem’in onlara müslüman muamelesi yapması ve
münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmasıdır.
Resûlullah’ın bu hareketi kâfirliğini ilân etmeyenleri İslâmlaştırma
siyasetinin bir sonucudur. Hz. Peygamber’in tutumu ashaba örnek teşkil etmiş ve
zaman zaman vuku bulan nifak hareketleri günah şeklinde değerlendirilmiştir.
Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlere
karşı savaş açmasının sebebi, İslâm’ın şartlarından olan bir esasın iptal
edilmek istenmesi ve bunun devlete karşı bir ayaklanma niteliği taşımasıydı.
Hz. Ali’nin, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan muhaliflerine kâfir diyen
taraftarlarına onların kâfir değil isyan eden kardeşleri olduğunu söylemesi de
bu konuda bir kanıt teşkil etmektedir.
Tekfir meselesinin ashap devrinin sonlarına
doğru ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu problem, Hz. Ali ile Muâviye b.
Ebû Süfyân arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’nda halifenin ordusunda bulunan ve
daha sonra Hâricîler diye anılan bir grubun, isyancılarla savaşılmasını emreden
ilâhî hükmü terkedip ihtilâfı çözmek için hakeme başvurulmasına rıza gösteren
Hz. Ali ile Muâviye’yi ve bunu onaylayan ashabı tekfir etmesiyle başlamıştır.
Bunlara göre Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmetmeyenlerin kâfir sayıldığı
âyetle sabittir (el-Mâide 5/44). Bunun yanında, Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Ali b. Ebû Tâlib’in onun vasiyeti gereği hilâfete gelmesini savunan ve
Şîa diye anılan grup içindeki aşırı zümreler de ashabın çoğunu tekfir etmiştir.
Bu iki zümrenin karşısında Ehl-i sünnet’i teşkil
edecek olan müslüman çoğunluğu, siyasî ihtilâflara karışanların veya başka
türden günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceğine hükmetmiş,
meşrû halifeye baş kaldıranlar
günahkâr sayılmakla birlikte bu konudaki kesin hükmün Allah’a havale edilmesi
gerektiğini söylemiştir.
Ebû Hanîfe ile Şâfiî’nin belirttiğine göre
ortaya çıkmaya başlayan ilk itikadî mezheplerin mensupları başta ashap olmak
üzere muhaliflerini tekfir etmeyi sürdürmüş ve bu durum umumi bir iptilâ halini
almıştır.
Siyasî ihtilâflardan kaynaklanıp beslenen
tekfir hareketinin öncüleri olan Hâricîler’i takip eden bazı bid‘at ehli
kelâmcılarının yeterli bilgiye sahip bulunmadıkları, özellikle Resûl-i Ekrem’in
uygulamalarını iyi bilmedikleri belirtilmektedir. Bu da tekfirin ortaya
çıkmasındaki temel sebebin cahillik olduğunu kanıtlamaktadır. Buna siyasî hırs
ve menfaat, mezhep taassubu, nefsânî arzulara uyma, dinde aşırılığa kaçma ve
katı davranma, mezheplerin yerilmesi veya övülmesine ilişkin uydurma
rivayetlere inanma gibi etkenleri de eklemek gerekir. Bilhassa uydurma sayılan
fırka rivayetleri tekfir meselesini beslemiştir.
Başlangıçta büyük günah işleyen müminin dinden
çıkıp çıkmadığı konusuyla sınırlı kalan tekfir mezheplerin teşekkülünden sonra
farklı bir boyut kazanmış ve mezhep mensupları hemen her meselede muhaliflerini
tekfir etmeye yönelmiştir.
Bu arada gayri müslimlerin tekfir edilmesi
konusuna da temas edilmiştir. İslâm âlimleri, başta hıristiyanlar ve yahudiler
olmak üzere Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr eden bütün din mensuplarının
kâfir sayıldığı ve bunları tekfir etmeyenin tekfir edilmesi gerektiği
noktasında birleşmiştir.
İslâm’ın ana ilkelerine aykırı inançları
benimseyen ve Gāliyye içinde zikredilen Bâbekiyye, Bâtıniyye, Beyâniyye,
Hâbıtıyye, Hulûliyye, İbâhiyye, Karmatîler, Meymûniyye, Mukannaiyye, Sebeiyye,
Seb‘iyye, Tenâsühiyye, Yezîdîler gibi aşırı fırkaların tekfir edilmesi
hususunda da âlimler ittifak etmiştir. Sünnîler’e göre mezhepler arasında
tekfire en çok başvuranlar Hâricîler, Mu‘tezile, İmâmiyye ve Zeydiyye
mensuplarıdır. Bunlar hem kendi mezheplerine bağlı bazı grupları hem bütün
muhalif mezhep mensuplarını tekfir etmiş, bu konuda müstakil kitaplar
yazmıştır. Ayrıca Mu‘tezile’den Ebû Mûsâ el-Murdâr, Ebû Ali el-Cübbâî ve Ca‘fer
b. Harb Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf’ı tekfir amacıyla eserler kaleme almıştır. Ehl-i
kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri
muhaliflerini sadece hataya nisbet edip tekfirden uzak durduklarını ileri
sürmüştür. Ancak Sünnî âlimlerinin kabulleriyle uygulamanın örtüştüğünü
söylemek oldukça güçtür. Nitekim Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ile Bâkıllânî, Nazzâm’ı
tekfir için kitaplar yazmıştır. Sünnî âlimleri muhaliflerinin görüşlerini
eleştirirken bazan onları tekfir etmiş, bazan da birbirlerini küfre nisbet
etmiştir. Selefiyye’nin Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’ye bağlı kelâmcıların yanı
sıra Sûfiyye gruplarını, Sünnî kelâmcılarının da Selefiyye mensuplarını bazı
noktalarda tekfir ettiği bilinmektedir.
Öte yandan Ebû Hanîfe’nin ehl-i kıblenin tekfir
edilemeyeceği hususunda ortaya koyduğu esas hemen bütün Sünnî âlimleri
tarafından benimsenmiştir. İmanın tarifi, imanı teşkil eden unsurlar, iman-amel
münasebeti ve tekfir gibi konuların işlenmesi sırasında söz konusu âlimlerin
tutumu bunu ispat etmektedir. Ancak ehl-i bid‘at mensuplarının Sünnîler’e
yönelik aşırı tekfir faaliyetleri ve fırkalar arası cedel ağırlıklı tartışmalar
sırasında Ehl-i sünnet mensuplarınca bunlara karşılık verme bağlamında Ebû
Hanîfe’nin koyduğu kurala uyulmadığı görülmektedir. Sünnî âlimleri içinde
tekfire en çok başvuran grup muhafazakâr Selefiyye’dir.
Sünnîler’in müslümanların büyük çoğunluğunu
teşkil etmesi, diğer mezheplerin zayıflaması veya ortadan kalkması sebebiyle
eski devirlerde tekfir meselesi gündemde fazla kalmamıştır. Son dönemlerde
Osmanlı Devleti’nin yıkılması ve müslümanların Batı medeniyetinin etkisi altına
girmesiyle birlikte tekfir problemi yeniden baş göstermiştir.
1928’de Mısır’da Hasan el-Bennâ tarafından
kurulan ve İslâm’ın siyasî bir devlet düzeni olduğu görüşünü benimseyen İhvân-ı
Müslimîn mensuplarının 1936 yılından itibaren hapse atılarak işkenceye mâruz
kalması, Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutub gibi liderlerinin öldürülmesi
üniversiteli gençleri tekfir hareketine sevketmiştir. Cemâatü’l-müslimîn
(Cemâatü’t-tekfîr ve’l-hicre) adıyla bilinen bu hareket, âdil-İslâmî hükümlere
göre davranmayan yöneticilerle onları destekleyen kişileri tekfir etmenin dinî
bir görev olduğunu savunup bu fikri yaymaya çalışmıştır. Dinî görevlerini
öğrenerek yerine getirmek isteyen kitlelerin ve özellikle gençlerin bu
haklarından mahrum bırakılması, ayrıca siyasî baskı ve işkencelerin yanı sıra
dinî bilgi eksikliği de bu hareketin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
TEKFİR ŞARTLARI
Tekfir genelde kelâm ilminin konuları arasında
yer alır. Gazzâlî’nin bu hususu fıkhî bir mesele olarak kabul etmesi tekfirin
doğurduğu sonuçlar bakımından olmalıdır. Nitekim fıkıh kitaplarında yer alan
“ridde” bölümünde de konu aynı mahiyette işlenmektedir. Tekfir hususunda farklı
mezheplere mensup âlimlerin belirlediği temel şartlar şöylece özetlenebilir:
1. Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz.
Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik
derecesinde inanan bir kimsenin küfre nisbet edilebilmesi için onun bu
inancını terketmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir.
İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan
bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm
âlimleri bu hususta ittifak etmiştir. Mürcie’ye bağlı bazı kimselerin Allah’a
inanan bir kimsenin tekfir edilemeyeceği yolundaki görüşü ilmî dayanaktan
yoksun bulunmuştur.
2. Ehl-i kıble tekfir
edilemez. Zira ehl-i kıblenin dinden
sayıldığı kesinlikle bilinen bütün ilkelere inandığı kabul edilir.
3. Âlimler arasındaki
ihtilâflı meseleler tekfire konu teşkil etmez.
Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması
onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.
4. İlzâmî (dolaylı)
yöntemle insanlar tekfir edilemez. Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı
münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o
kişiye değil onları üretene aittir.
5. Tekfir şartlarını belirlemekle
yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir.
Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı
bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri müslüman kabul etme
hususundaki yanılmayı bir müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif
bulmuştur.
100 ihtimalden 99’u kişinin
kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun
müslüman olduğuna hükmedilmelidir.
6. Bilmeden bazı yanlış
inançları benimseyen kimse tekfir edilemez,
zira bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı
müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî
bir görev sayılmıştır.
TEKFİR KONULARI
1. Tabiat felsefesi.
Maddenin yapısı ve özellikleri hakkında ileri
sürülüp evrenin yaratılış ve işleyişinde ilâhî ilim, kudret ve iradeyi kabul
etmeyen veya bunu ikinci derecede sayan görüşler. Buna göre evrenin kadîm ve
yaratılmamış olduğuna inananlar küfre nisbet edilmiştir. Ancak kelâm
âlimlerinin çoğunluğu maddenin yapısına ve niteliklerine dair bilgilerin tekfir
konusu sayılamayacağını kabul etmiştir. Her ne kadar Abdülkāhir el-Bağdâdî gibi
kelâmcılar maddenin cevherlerle arazlardan meydana geldiğine ve arazların
cevherlerde bilkuvve bulunduğuna inananları tekfir etmişse de bu isabetli
görülmemiştir. Zira maddenin yapısı ve özellikleri bilimsel bir konudur ve bu
alandaki bilgiler sürekli gelişmektedir.
2. Ulûhiyyet.
Allah’ın varlığını, birliğini veya sıfatlarını
inkâr eden kimsenin tekfir edileceği hususunda bütün kelâmcılar görüş birliği
içindedir. İbn Cerîr et-Taberî, erken devir Eş‘ariyye kelâmcıları ve Mu‘tezile’den
Ebü’l-Kāsım el-Büstî gibi âlimlerin Allah hakkında bilinmesi gereken hususları
delillerine dayanarak bilmeyenlerin tekfir edileceğini ileri sürmüş, ancak
âlimlerin çoğunluğu bunu isabetli bulmamıştır. Kelâmcıların Allah hakkında
tekfire konu teşkil ettiğinde birleştikleri inançlar şöylece sıralanabilir:
Allah’a ortak koşmak, O’ndan başkasına tapmak veya dua etmek, Allah’tan başka
bir varlık üzerine onu yaratılmışların üstünde bir konumda görerek yemin etmek,
Allah’a acz, eksiklik, ihtiyaç, zulüm, hikmetsizlik, ihanet ve yalan nisbet
etmek, O’nun gaybı bilmediğini söylemek, Allah’ın yaratıklarına hulûl edip
onlarla birleştiği görüşünü benimsemek ve O’nu yaratıklarına benzetmek,
Allah’ın evrendeki varlık ve olayları ilmi ve iradesiyle takdir ettiğine
inanmamak. Bunların dışında mezheplerin ileri sürdüğü bazı tâli hususlar
tekfirle ilişkilendirilmemesi gereken meselelerdir. Selefiyye’nin
Allah’ın zâtıyla arş üzerinde bulunduğuna, Hz. Mûsâ ile arada bir hicab olmadan
konuştuğuna ve ilâhî kelâmın ezelî olduğuna inanmayanları tekfir etmesi; Sünnî
kelâmcılarının Allah’ın zâtına zâit ezelî sıfatlarının mevcudiyetine, O’nun bir
yerde ve yönde bulunmaktan münezzeh bulunduğuna, insana ait fiilleri
gerçekleşmesi sırasında doğrudan doğruya yaratmadığına ve Allah’ın âhirette
müminlerce görüleceğine inanmayanları küfre nisbet etmesi; Mu‘tezile’nin
Allah’ın zâtına zâit kadîm sıfatlarının varlığına, zâtıyla bir mekânda
mevcudiyetine, âhirette bir mekânda görüleceğine, insana ait fiillerin yanı
sıra kötülükleri de yarattığına ve Kur’an’ın mahlûk olmadığına inananları İslâm
dışı sayması bu tür örneklerdendir.
3. Nübüvvet.
Allah’ın, emirlerini tebliğ etmek üzere ilk
olarak Hz. Âdem’i, son olarak Hz. Muhammed’i ve bu ikisi arasında sayıları
bilinmeyen pek çok kişiyi peygamber seçip gönderdiğine inanmamak, nübüvveti
kesinlikle sabit olan peygamberlerden bir kısmına inanırken diğerlerini benimsememek,
onların ilâhî emirleri tebliğ ederken yalan söylediklerini veya
peygamberlikleri sırasında kasten günah işlediklerini ileri sürmek,
peygamberlerin yolundan gitmeye rıza göstermemek âlimler tarafından ittifakla
tekfir edilmeyi gerektiren davranışlar arasında zikredilmiştir. Selefiyye ve
Kerrâmiyye mensupları peygamberlerin büyük günah işleyebileceğini söyleyenleri
tekfir etmez. Hz. Muhammed’le ilgili tekfir konuları da şunlardır: Onun
getirdiği kesinlikle bilinen vahiyleri inkâr etmek, nübüvvetin onunla nihayete
ermediğini, kendisinden sonra peygamber geldiğini veya geleceğini ileri sürmek,
ona ulûhiyyet atfetmek, isrâya ve aynı mânada kullanılan mi‘raca inanmamak,
insanların en faziletlisi olduğunu kabul etmemek.
4. Âhiret.
Kıyametin vuku bulacağını, insanların
diriltilerek dünyadaki inançlarıyla yaptıkları amellerden hesaba çekileceğini,
bunun ardından cennete veya cehenneme konulacağını inkâr etmek ve bu inanca
tamamen ters düşen tenâsühe inanmak ittifak edilen tekfir konularındandır.
Cennetle cehennemin sona ereceğine, halen yaratılmış veya yaratılmamış olduğuna
inananları tekfir etmek ilgili nasların farklı yorumlanmasından kaynaklanmıştır.
5. Kur’ân-ı Kerîm.
Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını inkâr
etmek, onu Allah’ın kelâmı ve peygamberine verdiği mûcizesi diye kabul etmemek,
benzerinin oluşturulabileceğini ileri sürmek, içerdiği gayb haberlerinin yanı
sıra va‘d ve vaîdlerine inanmamak, muhtevasını kusurlu bulmak, âyetlerini
kasten değiştirmek yine âlimlerin tekfire yol açtığını söyledikleri
hususlardandır. Selefiyye’nin Kur’an’ın mahlûk olduğunu, Mu‘tezile’nin ise
mahlûk olmadığını savunanları tekfir etmesi ise isabetsiz bulunmuştur.
6. Hadis ve sünnet.
Az sayıdaki mütevâtir hadisi ve fiilî tevâtürle
sabit olan sünnetleri reddetmenin kişiyi tekfire sevkettiği konusunda âlimler
ittifak etmiştir. Çünkü Hz. Peygamber’in sünneti onun İslâm anlayışını ve
müslüman hayat tarzını temsil eder. Abdullah b. Mes‘ûd sünneti terketmenin
küfre yol açtığını söylemiş, ancak bunun tamamıyla sünnetten yüz çevirmek
anlamına geldiği kabul edilmiştir. Bundan hareketle âlimlerin çoğunluğu bir
problem taşımayan meşhur hadisleri reddedenleri de tekfir etmiştir. Âhâd
hadislerin sübûtu zannî olduğundan bunları reddeden kimse tekfir edilmez.
Selefiyye mensupları sahih âhâd hadisleri inkâr edenlerin tekfir edileceğine
hükmetmişse de çoğunluk bunu isabetli görmemiştir.
7. İcmâ.
Mu‘tezilî kelâm âlimi Nazzâm’dan (ö. 231/845)
itibaren icmâın din alanında kesin delil sayılıp sayılmadığına ilişkin
tartışmalar varsa da zarûrât-ı dîniyye konusunda icmâ bulunduğunda ittifak
edilmiştir. Dinden olduğu kesinlikle bilinen inanç ve amelleri inkâr
edenlerin tekfir edileceği yolunda fikir birliği vardır. Beş vakit
namazla onun kılınış şekli ve haccın edası bunun örneklerindendir. Ancak icmâa
muhalefet edenlerin tekfir edilemeyeceğini ileri sürenler de vardır.
8. Nasları te’vil etmek.
Ebû Hanîfe, Şâfiî, Mâtürîdî, Eş‘arî, Süfyân
es-Sevrî, Dâvûd ez-Zâhirî, Ebû Hâşim el-Cübbâî ve Zemahşerî gibi âlimlerin
çoğunluğuna göre nasları usulüne uygun biçimde te’vil etmek tekfire konu teşkil
etmez, çünkü te’vil bir
anlama faaliyetidir. Te’vilden uzak durmaya
çalışan Ahmed b. Hanbel’in de bazı nasları te’vil etmek mecburiyetinde kalması
bunu kanıtlamaktadır. Ancak dinin ana ilkelerini ortadan kaldırmaya yönelik
bâtınî te’villerin imanla bağdaşmadığı açıktır. İlmî
te’vil usullerine uyulması halinde bazan hatalı da sayılsa âlimlerin yaptığı
te’villerden ötürü tekfir edilmesi isabetli değildir. Aksi takdirde ashap dahil olmak üzere âlimlerin çoğunluğu bunun
kapsamına girer. Te’villerinden ötürü Mu‘tezile kelâmcılarının ilâhî sıfatlar
konusunda Sünnîler’i, Sünnîler’in de Mu‘tezile’yi, diğer mezhep mensuplarının
da birbirlerini tekfir etmesinin bu genel kurala uymadığını belirtmek gerekir.
9. İslâm diniyle alay etmek.
Allah ile, peygamberlerle, Hz. Muhammed’le ve
onun sünnetiyle diğer peygamberlerin sünnetleri, ilâhî kitaplar, melekler,
âhiret, ibadetler gibi İslâm’ın temel hükümlerinden biriyle alay etmenin,
hakarette bulunmanın veya bunlardan birini hafife almanın tekfir sebebi teşkil
ettiği hususunda âlimler ittifak halindedir. Tebük Seferi esnasında
müslümanların Bizanslılar’la savaşmasını alay konusu haline getiren
münafıkların özür beyan etmelerine rağmen kâfirliklerine hükmedilmesi (et-Tevbe
9/66) bu meseleye ilişkin bir delil kabul edilmiştir. Din âlimlerine kızmak
veya kıyafetleriyle alay etmek gibi sübjektif değerlendirmelere açık olan bazı
meseleler aynı kapsam içinde görülmüşse de bu fikir isabetli bulunmamıştır.
10. Haramları helâl, helâlleri haram saymak.
Yapılması kesinlikle haram olan fiilleri helâl
kabul etmenin veya yapılması helâl olan bir fiili haram saymanın tekfir konusu
teşkil ettiğine dair âlimler arasında ittifak vardır. Çünkü bir şeyin helâl,
haram veya farz kılınması Allah’a ait bir hükümdür ve imanın esası buna boyun
eğmekten ibarettir. Ancak farz, haram veya mubah oluşu kesin delile dayanmayan
fiiller bu kapsama girmez. Namazın kazâ edilemeyeceğini söyleyenlerin tekfir
edilmesi buna dair örnekler arasında yer alır.
11. Tevessül.
Ulûhiyyet niteliklerinden birini
taşıdığına veya insanın hidayet ve dalâleti üzerinde tasarruf gücü olduğuna
inanılan bir kimseyle Allah’a tevessülde bulunmak yahut dua ve niyazları buna
sunmak şirk anlamına gelir. Ancak ulûhiyyet
vasfı atfetmeden dualarını sadece Allah’a arzederek sâlih kullarla tevessülde
bulunmak tekfire konu teşkil etmez. Selefiyye’nin meşrû sınırlar içinde kalan
tasavvuf ehlini bile tekfir etmesi aşırı bir tutum olarak görülmüştür. Zira
bazı yanlış davranışları bulunsa da tasavvuf önderlerini putlarla, müridlerini
de Câhiliye devri müşrikleriyle aynı konumda tutmak yanlış bir kıyastır. Mürid
mürşidini Allah’a itaat eden sâlih bir kul olduğu düşüncesiyle sevmekte ve ona
herhangi bir ulûhiyyet niteliği atfetmemektedir.
12. Sadece kâfirlere mahsus olan fiilleri işlemek.
Güneş, ay, yıldızlar, ateş, insan, hayvan gibi
nesnelere veya puta tapmak, gayri müslimlere mahsus ibadetleri icra etmek,
onlara ait dinî kıyafetleri giymek, kendilerine kâfir demekten kaçınmak,
Allah’ın azabından emin olmak veya rahmetinden ümit kesmek küfür alâmetleri
şeklinde değerlendirilmiştir. Dinî bir alâmet saymamak şartıyla gayri
müslimlerce kullanılan elbiseleri giymeyi tekfir konusu yapanlar varsa da bunun
yanlışlığı açıktır.
13. Küfür kelimelerini söylemek.
Bir müslümanın imanla bağdaşmayan küfür
kelimelerini (elfâz-ı küfür) bilerek ve benimseyerek söylemesi başlıca tekfir
konularından biri kabul edilmiştir. Ebû Hâşim el-Cübbâî gibi âlimler kasten
küfür lafızlarını söyleyenlerin tekfir edilemeyeceğini ileri sürmüşse de bu
görüş isabetli bulunmamıştır. Küfür kelimelerinin hangi sözlerden ibaret olduğu
hususu tartışmalı ve sübjektif unsurlar içermekle birlikte bu konuda Kur’an’da
ve sahih sünnette belirlenen küfür lafızlarını esas almak gerekir; bunlar da
dinden sayıldığı kesinlikle bilinen inanç ve davranışları iptal eden sözlerdir.
14. Büyük günah işlemek.
İslâm âlimlerinin çoğunluğu büyük günah
işlemenin tekfire konu teşkil etmediği görüşünde birleşmişse de Hâricîler küçük
günah işleyenleri bile tekfir etmiştir. Mu‘tezile mensupları, tövbe etmediği
takdirde büyük günah işleyenlerin âhirette kâfir muamelesi göreceğini ileri
sürmüştür. Sünnî ve Şiî kelâmcılarına göre dinin emir ve yasaklarına uymamaktan
kaynaklanan büyük günahlar sebebiyle müslümanlar tekfir edilemez.
Sünnîler arasında büyük günah işlemenin tekfire
konu olan tek istisnası namaz kılmayı sürekli terketmektir. Ahmed b. Hanbel,
Abdullah b. Mübârek, İshak b. Râhûye gibi Selefiyye mensupları konuyla ilgili
bir rivayeti ve ashaba nisbet edilen bir görüşü delil kabul edip hiç namaz
kılmayan kimseleri tekfir etmiştir. Ancak bu görüş diğer Sünnî âlimlerince
isabetli görülmemiştir. Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin büyük günah işleyen
Hâricîler’le Mu‘tezile mensuplarını tekfir etmesi de Sünnîler’in tekfire
ilişkin görüşleriyle bağdaşmaz. Büyük günah işleyenleri tekfir etme anlayışı
naslarda günah sayılan fiiller için küfür, fısk, nifak gibi kelimelerin
kullanılmasından, ayrıca dinden çıkaran büyük küfürle günah işlemeyi ifade eden
küçük küfür, mutlak nifak ve fısk ile mukayyet nifak ve fısk ayırımının
yapılamamasından kaynaklanmıştır.
15. Ashaba dil uzatmak.
Ashap hakkında saygısız ifadeler kullanmak ve
onları küfre nisbet etmek Sünnîler’e göre tekfir konusudur. Çünkü Kur’an ve
Sünnet’i sonraki nesillere intikal ettiren ashabı tekfir etmek, İslâm dininin
ana kaynaklarına güvenmeyi ortadan kaldıracağı gibi Allah’ın ashaptan razı
olduğu gerçeğiyle de (et-Tevbe 9/100; el-Feth 48/18) bağdaşmaz.
16. Siyaset.
Hâricîler’in kendi siyasî düşünceleriyle ilâhî
hükümler arasında bağ kurarak, verdikleri kararlara uymayan Ali b. Ebû Tâlib’in
yanı sıra kendilerine muhalif bütün müslümanları tekfir etmesinin ardından
İmâmiyye’ye bağlı Şiîler’in meşrû halife olan Ali b. Ebû Tâlib’e karşı
çıkanları ve Sünnîler’in haklarında icmâ bulunduğu için Hz. Ebû Bekir ile
Ömer’in hilâfetini inkâr edenleri tekfir etmesinden itibaren siyasî meseleler
tekfire konu teşkil etmeye başlamıştır. Siyasete ilişkin tekfir, “Allah’ın
indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” meâlindeki âyet
(el-Mâide 5/44) etrafında meydana gelmiştir. Başta İbn Abbas olmak üzere ashap
çoğunluğunun görüşünü dikkate alan âlimler, bu âyetin yahudiler veya bütün
Ehl-i kitap hakkında indiğini, müslümanlara teşmil edilse bile ilâhî hükümleri
devlet yönetiminde uygulamayanların tekfirini değil, sadece günah işledikleri
sonucunu yansıttığını kabul etmiştir. Ancak dinî hükümlerin uygulanmaması,
dünyada ilâhî hidayeti reddedip müslümanca bir hayat tarzına karşı çıkılması
şeklinde anlaşılırsa bunun tekfiri gerektirdiğinde şüphe yoktur. Müslümanca bir
hayat sürmenin mümkün olmadığı yerlerde -ibadetler gibi sırf dinî hükümler
dışında- çoğunluğu âlimlerin ictihadına bırakılan dünyevî hükümleri uygulama yükümlülüğü
yoktur, bu durumda suçlara verilen cezalar ictihad konusu haline gelir. Hanefî
müctehidlerinin fâsid akidleri ve bazı âlimlerin faize dayalı alışverişi câiz
görmesi bunun örnekleri arasında sayılır. Esasen müeyyideye dayalı insanlar
arası münasebetlerle ilgili ilâhî hükümlerin çok az olmasının sebebi siyaset,
ekonomi, hukuk gibi dünyevî ilimlerin gelişmeye açık bulunması, bunların zamana
ve mekâna göre değişiklik göstermesinden ötürüdür. İslâm’ın son ve mükemmel din
vasfı taşıması da bunu gerektirmiş, işlenen suçlar için belirlenen bazı cezalar
hafifletilmiş, bu da ilâhî rahmet olarak nitelendirilmiştir (el-Bakara 2/178).
Hz. Peygamber’in dünya meseleleriyle ilgili fazla soru sorulmasından
hoşlanmaması da muhtemelen böyle bir hikmete bağlıdır. Bundan dolayı modern
dönemde müslümanca bir hayat tarzına göre yaşamaya izin veren çağdaş siyasî
rejim modellerini benimseyenlerle bu devletlerin yönetiminde görev alanların tekfir
edilmesi isabetli görülmemiştir.
Müslüman olduğunu söyleyen, fakat tekfiri
gerektiren inanç ve davranışları benimseyenlerin tekfir edilmemesi,
Müslümanlığı kabul ettikten sonra küfür kelimesini söyleyenlerin küfre
gireceğini (et-Tevbe 9/74) ve iman ettikten sonra küfre dönüp inkârlarında
aşırı gidenlerin tövbelerinin kabul edilmeyeceğini (en-Nisâ 4/137) bildiren
Kur’an’daki hükümle bağdaşmadığı ve dinin yozlaşması sonucunu doğurduğu
açıktır. Ancak tekfir kişi temelinde değil ilke temelinde
yapılmalıdır.
Bunun yanında Allah’a ve resulüne iman edip
onları seven bir müslümanın, İslâm’ın inanca ve davranışlara ilişkin
ilkelerinin ayrıntıları konusunda yoruma bağlı şekilde farklı hükümleri
benimsediği gerekçesiyle tekfir edilmesi, önemli dünyevî sonuçlar doğuran
yanlış bir tutumdur. Zira müslüman iken kâfir olduğuna hükmedilen kişi ile
müslümanlar arasındaki kardeşlik bağı sona erer; hakkında nikâh, miras, kestiği
hayvanın etinin yenmemesi, cenaze namazının kılınmaması vb. konularda yeni dinî
durumlar ortaya çıkar.
Tekfirde asıl kabul edilen şey, Hz. Peygamber’i
Allah’tan getirdiği kesinlikle bilinen vahiy konusunda açıkça yalanlamaktır.
Vahyin doğru biçimde anlaşılması, İslâm’ın ana ilkelerine dair yöntem bilgisine
ve nasları yorumlama birikimine sahip bulunmayı gerektirir. Bu da bir müslümanı
tekfir etmenin kolay bir iş olmadığını kanıtlar. Tarihte ve günümüzde görüldüğü
gibi bir müslümanı din anlayışında veya nasları yorumlamasındaki yanlışlarından
dolayı tekfir etmek yerine İmam Şâfiî’nin belirttiği üzere hata ettiğini
söylemek daha doğru bir yöntemdir. Zira küfür belli bir mezhebin görüşlerine
muhalefet etmekle değil zarûrât-ı dîniyyeye inanmamakla vuku bulur, bu da
kişinin sadece Allah’ın bildiği iç dünyasına vâkıf olmayı gerektirir. Hz.
Peygamber’in şahısları tekfirden sakındıran tutumu ve bu konudaki hadisleri
dikkate alındığında, onun bazı sözleri söyleyenlerle bazı fiilleri işleyenlerin
kâfir olacağına dair beyanlarının “dinden çıkarmayan küçük küfür” mânasına
geldiği anlaşılır. (Yusuf Şevki Yavuz, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, “Tekfir” maddesi)