İslam’ın doğuş yıllarıydı.
Müslümanlar henüz örneklerini kendi içlerinden
verme seviyesine gelmemişlerdi. Zaman geçtikçe şehrin yönetimini elinde tutan Mekke
ileri gelenlerinin, özellikle zayıf Müslümanlara baskı ve işkenceleri
artıyordu.
Sıkıntıların cana tak ettiği zamanlarda Peygamber
Efendimiz, ihtiyacı olanları teselli ediyor, sabretmelerine karşılık Allah
katında elde edecekleri mükâfatlardan bahsediyordu. Özellikle en fazla baskı ve
zulme maruz kalıp desteğe ihtiyacı olan Bilal, Ammar, Habbâb, Suheyb.. (r.anhüm)
gibi fakir sahabîler tesellîye en çok ihtiyaç duyanlardı.
Baskıların zirve yaptığı, bakışlarda endişenin hâkim
olduğu günler yaşanıyordu. Neredeyse ümitsizliğe düşecek hale gelmişlerdi. Böyle zor zamanlarda
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselam) ashabına, geçmişte Allah yolunda yaşanmış sıkıntılardan
söz açar, örnekler verirdi.
Efendimiz’in (s.a.s.) teselli ve hakta sebat adına
anlattığı, pek çok hadis ve tarih kitabında anlatılan böyle bir olayı, Allah
Resûlü’nden (aleyhisselam) bizzat dinleyen Hz. Suheyb-i Rûmî (radıyallâhu anh)
naklediyor:
Sizden önce yaşayan milletler arasında bir kral
ve bu kralın bir büyücüsü/sihirbazı vardı. Büyücü ihtiyarlamıştı. Kraldan, yetiştirip
büyü öğretebileceği aklı başında bir çocuğu kendisine göndermesini istedi.
Kral istenen vasıfları taşıyan bir delikanlı
seçti. Bu kabiliyetli genç tecrübesinden yararlanmak için büyücüye gidip
gelmeye başladı.
Büyücüye gidip gelirken yol üzerinde örnek yaşantısıyla
delikanlının dikkatini çeken bir rahip vardı. Delikanlı her gün mutlaka rahibe
uğruyor, ondan bu farklı dini öğreniyordu. Zaman akıp giderken bir gün
delikanlı, yol üzerinde insanlara engel olan kocaman ve korkunç bir hayvan
gördü.
- Bugün Allah katında kimin hayırlı olduğunu
anlayacağım, dedi. Yerden bir taş aldı.
- Allah’ım, eğer Sen rahibin yaptıklarını büyücünün
yaptıklarından daha çok seviyorsan bu hayvanı öldür, insanlar yollarına gitsinler,
diyerek taşı attı ve kocaman canavar delikanlının attığı küçük bir taş ile öldü.
Bu harikulade olaya şahit olan genç rahibin yanına
gitti. Yaşadıklarını rahibe anlattı. Rahip onun, kendisinden daha üstün bir
seviyede olduğunu, sahip olduklarından dolayı imtihana tabi tutulacağını,
söyledi ve kendisini ele vermemesini istedi.
Zamanla delikanlı duasıyla insanlara deva dağıtan;
körü, ala tenliyi iyileştiren biri oldu.
Kralın görme problemi yaşayan yakın bir adamı vardı.
Delikanlıdan gözünü açması için ricada bulundu. Delikanlı da “Hastalıkları
kendisinin değil, Allah’ın iyi ettiğini, iman ederse onun için dua
edebileceğini” söyledi.
Neticede delikanlının duasıyla bu kralın yakın
adamının da gözü açıldı.
Kral gözünü kimin açtığını sorunca “Rabbim”
cevabını aldı. Kendisinden başka rab tanımayan kral, ona her türlü işkenceyi
yaptı.
İşkenceye dayanamayan adam sonunda gencin ismini
vermek zorunda kaldı. Delikanlı da yakalanıp işkenceye tabi tutuldu ve rahibe
ulaşıldı. Her üçünden ısrarla dinlerinden dönmeleri istendi.
Kralın adamı ve rahip dinlerinden dönmeyince
başlarının üzerine bir testere tutuldu:
Ya dinleri ya da hayatları.. iki şeyden birini
tercihe zorlandılar. Onlar, hayatları pahasına dinlerini tercih ettiler.
Kral delikanlıyı da öldürmek istedi. Fakat ne
yaptıysa bir türlü başaramadı. Sonunda genç, krala kendisini öldürmenin tek bir
yolu olduğunu söyledi:
- Bütün insanları bir meydana topla. Benim
torbamdan bir ok al. Herkesin duyacağı şekilde ‘Delikanlının
Rabbinin adıyla!’ diyerek at.
Kral gencin söylediklerini aynen yaptı ve başka
türlü öldüremediği delikanlıyı öldürmeyi başardı. Yaşananları ilgiyle izleyen halk
“Biz de bu delikanlının Rabbine inandık” deyip imanlarını ilan ettiler. Delikanlı
ölüp şehit olmuştu ama inandığı değerler adına binlerce insanı kazanmıştı. İşte buna, bir ölüp bin dirilme deniyordu.
Halk toptan iman edince kral uzun ve geniş
hendekler kazılmasını ve iman edenlerin hendeklerin başına getirilmesini
istedi. İnananlar, ya imanları ya da alevleri göklere yükselen ateşe atılmak
suretiyle ölüm arasında tercih yapmaya zorlandı.
Bu korkunç tehdit ve göz göre göre işkenceyle
ölüme rağmen hiç kimse imanından dönmedi.
Zulüm kadın, erkek, yaşlı, çocuk, bebek
ayırmıyordu. Kucağında küçük bir bebek olan bir kadın da iman edenler
arasındaydı.
Kadın, ateşin başında bebeğini de düşünerek biraz
tereddüt eder gibi oldu. Bu tereddüt üzerine kucağındaki bebek şaşkın bakışlar
arasında konuşmaya başladı:
- Anneciğim sabret. Zira sen yanlış bir şey
yapmadın. Sen hak üzeresin, doğruyu temsil ediyorsun! Kadının bütün
tereddütleri gitmiş, onun için ateş, sanki içine dalınacak bir gül bahçesi gibi
olmuştu.
Bu ve benzeri olaylar
tarih boyunca çok defa yaşanmıştır. İnsanlar tarihin her döneminde düşünce ve
inançlarından dolayı değişik sıkıntılarla, eza ve cefalarla karşı karşıya
kalmışlardır. Olayın bir benzeri Burûc sûresinde anlatılılır. Olay
anlatıldıktan sonra şu şekilde sonuca bağlanır:
Dünyada sıkıntı çekse,
zulme maruz kalsa bile sonsuz ahiret hayatını, dünya hayatına tercih edenler; “Zâlike’l-fevzü’l-kebîr (Buruc sûresi, 11): İşte
bu büyük başarı”ya ulaşanlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder