20 Temmuz 2021 Salı

Kendine ait uzaklığı aş; Rabb’ine yaklaş…



KURBAN, “yakın olma, yaklaşma” anlamına gelen Arapça bir kelime. Burada “Allah’a yakınlık” anlamına geliyor. Biliyoruz ki, Allah bize, bizden; herkese bizzat kendilerinden yakın. O zaman burada "yaklaşma", bize ait uzaklığı aşıp O’na yaklaşma, O’nun rızasını talep etme manasına geliyor.



Kaynaklarda herkesin kendi kurbanını bizzat kendisinin kesmesi üzerinde ısrarla durulur. Bunun farklı hikmetleri görülüyor. Fakat günümüz dünyasında insanlar çoğunlukla şehirlerde yaşıyor ve şehirlerde de herkesin kendi kurbanını kesmesi çok zorlaştı. Hele çoğunluğu Müslüman olmayan ülkelerde ise bu farklı yaklaşım ve tepkilere sebep olabiliyor. 

Günümüzde ne yapılabilir? Her şeyden önce şunu belirtelim ki, kurban yerine başka bir ibadet, sadaka, fakirlere yardım.. vb. uygulama ve mantık yürütmelere dini yönden itibar edilmez. Yardım etmek, yoksullara bakmak ve burs vermek isteyenler bunu her zaman yapabilirler. Fakat bir ibadet olarak kurban, bizzat ayette emredildiği gibi, dinin belirlediği zamanda ve belirlediği hayvanlardan seçilen bir hayvanın kesilmesi şeklinde gerçekleşir. Günümüzde maddi imkânları olanlar bile kurban kesme yer ve imkânı bulamayabiliyor veya bu konuda çok zorlanabiliyorlar.

İslam dininde namaz, oruç gibi bazı ibadetlerin, yükümlü tarafından bizzat yapılması gerekir. Kurban, zekat gibi bazı ibadetleri vekâlet verme yoluyla başkası eliyle yapmak da mümkündür. Bulunduğu yerde kurban kesme imkânı bulamayanlar, kurban öncesi güvendikleri kişi ve kurumlara vekâlet vererek kurban aldırabilirler. Bu kurbanları kendi şehir ve ülkelerinde kestirebilecekleri gibi ihtiyaca göre farklı bir ülke veya kıtada da tercih edebilirler. Böylece kurban ile gerçekten ihtiyacı olan insanların et ihtiyacı karşılanabilir. Kurbanların etleri, -imkânı varsa- soğuk hava depolarında saklanıp yıl içinde de fakirlere ve özellikle öğrencilere ihtiyaca göre dağıtılabilir.

Kurban sadece bayramlarda et yiyebilen fakirler için bir ziyafet manası taşırken kurban kesme imkânı olanlar için pek çok anlama gelmektedir:


Kurban Allah’a itaattir

Cenab-ı Hak, Kevser suresinde, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e, Biz gerçekten sana verdik kevser! Öyleyse Sen de Rabbin için namaz kıl ve kurban kesiver!” buyurur. O’nun şahsında bize de yapılır bu emir. Kurban kesmek Allah’a mutlak itaattir. Şayet Allah rızası düşüncesi ve emre itaat niyeti yoksa, kesilen kurbanların Allah katında bir değer ifade etmeyeceği de anlatılır Kur’an’da: “Kesilen kurbanların ne etleri, ne de kanları asla Allah’a ulaşacak değildir. Lâkin Ona ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır, Allah saygısıdır…” (Hac sûresi, 37)


Kurban fedakârlıktır

Kurbanın ne büyük bir fedakârlık olduğunu Hz. İbrahim’de görüyoruz. O, Allah için oğlundan bile vazgeçmeyi kabullenebilmişti. İmkânı olan insanların da Kurban bayramında en azından bir kurban ile maddi fedakârlık yapması beklenir. Bayramı vesile edip daha fazla kişinin ihtiyacını karşılamak üzere, vacip/sünnet kurban dışında nafile kurbanlar da kesilerek fedakârlık katsayısı artırılabilir.


Kurban Efendimiz’e tabii olmaktır

Allah Resûlü (as) Medine’ye gelip her yönüyle Müslümanca yaşama imkanı bulduktan sonra hicretin 2. yılından itibaren devamlı kurban kesmiş ve ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Hatta konunun ehemmiyetini vurgulama adına, “Hali vakti yerinde olup imkân da bulduğu halde kurban kesmeyen kimse, bizim mescidimize yaklaşmasın” (Müsned, 2/321) buyurur. Bu, kurbanın Müslüman için ifade ettiği anlamı net ifade eder. Kurban kesmek, Efendimiz’in bu talebini yerine getirip O’na tabii olmaktır.


Kurban Hz. İbrahim ile özdeşleşmektir

Hz. İbrahim Allah için oğlundan vazgeçmeyi kabullenip ona bedel Allah tarafından gönderilen bir kurbanla ödüllendirilmişti. Biz de Kurban’da keseceğimiz kurban veya kurbanlarla Hz. İbrahim’in safında olduğumuzu gösterebiliriz. Dünyada Hz. İbrahim düşünce ve yolunda olan da öteki dünyada sonsuz hayatta onunla beraber olacaktır.

Kurban bayramında şartlarına uygun bir kurban kesmenin asıl hedefi, kendimize ait uzaklığı aşarak, bize şahdamarımızdan daha yakın olan Allah'a yaklaşmak ve O'nun rızasını kazanmaktır.

26 Aralık 2018 Çarşamba

ÖTEYE BORÇLU GİTMEYİN..!


Sakın ha, öteki dünyaya borçlu olarak gitmeyin!” diye başladı sözlerine. “Çünkü siz centilmen insanlarsınız, karakteriniz gereği orada alacaklarınızdan vaz geçip insanları bağışlayabilirsiniz. Fakat borçlu giderseniz -orada şartlar çok ağır- alacaklılarınız, neyiniz var, neyiniz yok demeden söke söke alırlar. Çok zor durumda kalırsınız
Bir arpa ağırlığı olsun başkasına ait bir hakla gitmek istemem öteye…



Evet, borç çok ağır bir yüktür. Her türlü kayıttan kurtulup özgür olmak isteyen, minnet borcu dâhil, hiçbir şekliyle borçlu olmamalı. Borçların bir şekilde ödenmesi mümkündür ama bir hak/borç vardır ki, ödenmesi zor, hatta bazen imkânsız hale gelir: Kul hakkı.

Kul hakkı
İslami literatürde “Kul hakkı” kavramıyla ifade ettiğimiz haklara, “insan hakları” demek de mümkündür. Çünkü bu hakların temelinde “insan” olmak vardır. Kul hakkı, bir Müslüman için cennete veya cehenneme gitme hususunda en temel belirleyicilerden biridir.
Kul hakları, insanların canı, malı, ırz ve namusu, toplum içindeki itibarı.. vb. kişilik haklarıdır. Bunlar dokunulmazdır. Bu hakların ödenmesi ancak hakkına girilerek haksızlık yapılan kişinin, her türlü imkan kullanılarak razı edilmesi ile mümkün olur.
Kul hakları bireysel olabileceği toplumsal da olabilir. Haklar, tek tek hak sahibi ile anlaşıp helalleşmeyi gerektirir. Bir toplumu ilgilendiren kul haklarına girilmişse, bunun sorumluluğundan kurtulmak için hakkına girilmiş herkesten tek tek helallik almak gerekir. Devlet malları bütün vatandaşlara aittir. Devlet malını zimmetine geçirmek, elindeki yetkiyi kullanarak idaresi altındaki insanlara baskı, zulüm ve haksızlıkta bulunmak, bilinçli bir şekilde toplum içinde fitne çıkarmak bütün toplumu ilgilendiren haklardandır ve o toplumda yaşayan herkesi razı etmeden bunların vebalinden kurtulmak mümkün değildir.
Kul haklarının ahiretteki yansıması çok acı ve ağır olacaktır. İbadetleri ve hayır-hasenat adına yaptıkları ne kadar çok olursa olsun bunlardan ahirette tam olarak faydalanamayacak insanlar vardır. Böyle insanlar “gerçek müflis”lerdir.

Gerçek müflis kimdir?
Ticarette malı tükenip sermayesi de kalmayan kimseye müflis denildiği malum. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem), herkesin bildiği bu iflas gerçeğini çok temel bir mesele olan kul haklarını ihlâl etme durumuyla örneklendirip kul haklarının sorumluluk ve sonuçlarını çok açık ve net olarak ifade eder:
Bir gün Allah Resûlü (aleyhisselam) ashabına sorar:
Gerçek müflis kimdir, biliyor musunuz?
“Biz, aramızda bütün parasını kaybetmiş, parası ve malı olmayan kimseye müflis diyoruz.” der sahabîler. Allah Resûlü (s.a.s.) sözlerini şöyle tamamlar:
Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, dünyadayken namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini tam olarak yapmış ve kıyamet günü onların sevabıyla Allah’ın huzuruna gelmiştir. Bununla beraber üzerinde kul hakkı kapsamında olan günahlar da vardır; şuna sövüp saymış, buna iftirada bulunmuş, şunun malını helal-haram demeden yemiş, bunun kanını dökmüş, şunu dövmüş… Hâsılı pek çok kul hakkının hesabını vermek durumunda kalmıştır. Bu durumda ibadetlerinin sevabı, hakkına girdiklerine dağıtılır. İbadet ve iyilikleri, üzerindeki kul haklarının hepsini karşılamaya yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından bazıları alınıp kendi günahlarına eklenir. Neticede, sevapları tek tek elinden gitmiş, hakkına girdiklerinin günahlarını da yüklenmiş, dolayısıyla günahları daha da artmıştır. İşte böyle bir adam açıkça ‘müflis durumuna düşer’ ve sonra da cehenneme atılır. (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyâmet 2)

Kul hakları bağışlanır mı?
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın, şirk dışında bütün günahları bağışlayabileceği anlatılır. Bu temel bir prensiptir, fakat ayet ve hadisler bir bütün olarak düşünüldüğünde Allah’ın bağışlayacağı günah ve kusurların Allah’a karşı işlenen günahlara mahsus olduğu görülecektir. İnsanları ilgilendiren, onların hakkı karışan günahlarda affedilme, hak sahibine bırakılmıştır. Nitekim bu durumu anlatan bir hadiste üç çeşit zulümden bahsedilir: Bunlardan biri de “Allah’ın affetmeyeceği, kulların birbirlerine karşı yaptıkları zulüm ve haksızlıktır ki, hakkı geçen hakkını alıp razı olmadıkça, Allah bu zulüm ve haksızlıkları affetmez.” (Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, 2/94)
Başka bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhisselam) bir Müslümanın mânevî kişiliği, haysiyet, şeref, itibar ve saygınlığına dokunma veya başka bir şekilde hakkına girilmişse, dünyada iken mutlaka helalleşmesi gerektiğini vurgular. Zira, ahirette para-pul ve dünyadaki maddi imkanlar kullanılamayacaktır. Ahiretin bütün sermayesi, dünyadaki iman, ibadet ve hayırlardır. Binaenaleyh orada borçlar ancak sevapları dağıtmakla ödenebilir. Sevaplar biter, borç bitmezse haksızlık yapılan kimsenin günahları yüklenmek zorunda kalınacaktır. Zira başka bir şekilde hakların ödenmesi mümkün olmayacaktır. Bütün Müslümanların kulaklarına küpe olması gereken hadis şu şekildedir:
Kim kardeşine ırzı (mânevî kişiliği, haysiyet, şeref, itibar ve saygınlığı) veya başka bir sebeple haksızlık yapmışsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı (paranın geçerli olmadığı) bir gün gelmezden önce, henüz burada, dünyada iken onunla helalleşsin. Aksi takdirde o gün, haksızlık yapmış kimsenin salih amelleri varsa, o zulmü nispetinde kendisinden alınır, hakkına girdiği kimseye verilir. Eğer hasenatı (salih amelleri) yoksa, zulmettiği kimsenin günahından alınır, kendisine yüklenir.” (Buhari, Mezâlim 10; Tirmizî, Kıyamet 2)

Ne yapmak lazım?
İnsan varlık olarak hataya açık yaratılmıştır. Bir hadiste bu durum –çözümü de sunularak- şöyle ifade edilir: “Bütün insanlar hataya açıktır, hata işleyebilirler. Ancak hata işleyenlerin en hayırlısı, tevbe ile yeniden Allah’a dönenlerdir.” (Tirmizî, kıyâmet 49; İbn Mâce, zühd 30) Her insan sürçebilir, hata yapabilir. En hayırlı insanlar, sürçtükten sonra devrilmeyip ayağa kalkmayı bilenlerdir. Her bir günah için, o günahtan dönüp tövbe etmek şart olduğu gibi tövbenin, geçerli olması için de bazı şartlar vardır:
1. İşlenen günaha karşı, gönülden pişmanlık duymak,
2. Aynı hatayı tekrar işlememe konusunda kararlı olmak,
3. Yapılan hata ve günahlarla araya mesafe koymak, o günahları net bir şekilde terk etmek.
Bu üç şart bireysel günahlar için geçerlidir. Günah başka kimseleri de ilgilendiriyor ve ortaya başkalarını hakkı çıkıyorsa, bu şartlara dördüncü bir madde eklenir: O hakkın tazmin edilmesi.
Hak, hırsızlık ve gasp gibi mala karşı işlenen bir suçsa, malın sahibine iade edilmesi şarttır. Şayet hak, gıybet, iftira, insanın onur ve itibarını sarsacak söz ve tavırlar ise, hak sahibinden özür dilenip ‘helallik alınması’ gerekir. Allah, kul hakkının affını, haksızlık yapılan kula bırakmıştır. Kul haklarının affı için haksızlık yapılan kimse bulunup mutlaka helallik alınması gerekir. Aksi durumda yıllarca tövbe, istiğfar edilse bile netice alınamayabilir. Hakkına girilen kimsenin, ölmüş olması gibi ulaşamama durumlarında ise helalleşme imkanı kalmadığı için insan, işlediği haksızlığın acı sonuçları ile karşı karşı kalma durumundadır. Bu konuda mü’minler için ümit kaynağı olabilecek bir hadis vardır:
Enes b. Malik’in (radıyallahu anh) anlattığına göre bir gün Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) ashabıyla otururken dişleri iyice görülecek kadar gülümser. Sebebi sorulunca da kıyamet gününden bir sahneyi hatırladığını söyler. Buna göre iki kişi İlahi huzurda birbiriyle davalaşacak, biri diğerinden hakkını isteyecektir. Fakat bu son sahnede borçlu “alacaklılara vere vere hiçbir sevabının kalmadığını” ifade ederek çaresizliğini belirtmektedir.
Alacaklının, “O zaman benim günahlarımdan bazılarını alsın” diyeceğini beyan eden Efendimiz gözyaşlarına boğulur.
Bu sırada haksızlığa uğrayan kimseye “Başını kaldır, bak” denilir.
Gördüğü cennet nimetleri başını döndüren alacaklı bu nimetlerin kime ait olduğunu sorar. Kendisine “Bunlar, sadece ücretini ödeyeceklere aittir” denilir. Adam şaşkınlıkla “Bunun ücretini kim ödeyebilir ki?” deyince şu cevap verilir:
“İstersen, sen bunların ücretini verebilirsin.” Mazlum hayretle:
“Nasıl? Ben bunların bedelini neyle, nasıl ödeyebilirim ki!” deyince,
“Kardeşini affedip ondaki hakkını bağışlamana karşılık olarak bunlar senin olabilir” cevabı verilir. Bu nimetlere karşılık hakkından vazgeçip affettiğini söyleyince şu hitaba mazhar olur:
“O halde tut kardeşinin elinden ve girin birlikte Cennet’e!”
Resûl-i Ekrem Efendimiz kıyamet günü gerçekleşecek bu olayı naklettikten sonra, “Allah’tan korkun! Kötülük yapmaktan sakının, birbirinizin arasını bulun ki, Allah’ın merhametine nail olasınız.” (Hucurat sûresi, 10) ayetini okur ve “Bunu yapın, zira Allah, kıyamet günü, dünyada ne kadar gayret ettiyse de helalleşme imkanı bulamayan mü’minlerin arasını bulacaktır.” diye ilave eder. (Hâkim, Müstedrek, h. no: 8718)
Bu hadis helalleşme imkânı bulamayan kimselere bir yol, bir çıkış kapısı sunuyor: Ahirette somut bir şekle bürünecek ibadet ü taat ve hayr u hasenatı çokça yapmak.

Bu sınırlı dünyada kim, kime, ne yaparsa yapsın hepsinin karşılığını sınırsız bir dünyada görecek, zerre miktarınca haksızlık yapan cezasını çekecektir. Hayvanların iradesi, seçme hürriyeti olmadığı halde, boynuzlu koyunun, boynuzsuz koyundan hakkını alacağı, konunun vahametini anlatmak için hadislerde özellikle vurgulanır. Zulme maruz kalanlar bu dünyada haklarını alamazlarsa ahirette sevinecek, belki de “dünyada daha fazla zulme maruz kaldıklarından” dolayı ahirette mahzun değil, memnun olacaklardır.
Zalime gelince… Onun hesabı, bizim ölçme limitlerimizin tamamen dışında.


Not: Bu yazı, Çağlayan Dergisi, Aralık-2018 sayısında yayınlanmıştır.

18 Mayıs 2018 Cuma

Ramazan ve oruçtan bize ne kalacak?


Yeni Ailem dergisi için "Orucumuzdan Bize Ne Kalacak?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Derginin formatından dolayı biraz kısaltmak zorunda kaldığım yazıyı burada paylaşıyorum...


Bütün ibadetlerde hem bireysel, hem de toplumsal pek çok kazanım vardır. Asıl hedef “Allah rızası” olsa bile, ibadetlerin hepsinde, insanı geliştirme, olgunlaştırma ve yanlış yapmaktan uzak tutma gibi doğal sonuçlar ortaya çıkar. Nitekim ayette açıkça, “Namaz insanın kötülük duygularını frenleyip onu kötülük yapmaktan uzak tutar.” buyrulur. Namaz kıldığı halde, kötülüklerden uzak kalamayan bir insan, kendini ve namazını kontrol etmelidir. Herkesin yapıp ettikleri inancı ve düşünce sisteminin bir yansımasıdır. Hiçbir Müslümanın, tavır ve davranışlarıyla “Kur’ân’ı fiilen yalanlama”ya hakkı yoktur.

Ciddi bir eğitim süreci olan Ramazan ayı, oruç, teravih ve diğer ibadetleriyle bize pek çok şey kazandırır/kazandırmalıdır. Evet, Ramazan ayı boyunca oruç tuttuktan sonra geriye kalan sadece bir aylık açlık ise, orucumuzu sorgulamamız gerekir.

Niçin oruç tutuyoruz?
Yüce Rabbimizin bizden istediği ibadet ve davranışların hepsinde birinci gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. O’nun rızası dışında bir şey elde etme düşünülüyorsa yapılan bu ibadetlerden maksat hâsıl olmuş olmaz. Bütün ibadetlerin, -bildiğimiz veya henüz farkına varamadığımız- insana kazandırdıkları ve faydaları vardır. Sadece faydaları, dünyevi getirileri düşünülerek yapılan ibadetin Allah katında hiçbir değeri yoktur. Yararlarını önceleyerek yapılan ibadetin ise ihlası bozulacaktır. Biz Müslümanlar bütün ibadetlerimizi “Allah emrettiği” için, “emrettiği şekilde” ve “O’nun rızasını kazanmak” üzere yaparız.

Oruç bize ne kazandırır?
Ruh ve manasından koparılarak mideye tutturulan orucun bile insana kazandıracağı pek çok şey vardır. Bir ay boyunca gündüz bir şey yemeyip sadece akşam güneş battıktan sonra yeme, insan için ciddi bir irade eğitimidir. Oruç, sene boyunca günde üç, bazen de daha fazla vakitte gıda alan vücudu dinlendirdiği gibi, insanın iradesini güçlendirir. İradeye güç vermeyen oruç, şeklen sahih olsa bile, kâmil değil eksiktir. Ramazanda kazanılan irade hâkimiyeti, Ramazan sonrasında da insan hayatını yönlendirecektir.

Oruç sabır ve irade eğitimi verir
Allah Resûlü (as), “Oruç, sabrın yarısıdır.” (İbn-i Mâce, sıyam 44) buyurur. Ramazanda öğrenilen bu sabır hayatın tamamına yayılmalıdır. Ramazanda sabırlı bir insanın, ramazan dışında tamamen aksi olması düşünülemez. Evet, gerçekten de oruçla sabrı öğrenip hayatına tatbik edemeyen bir kimsenin başka şekilde sabrı öğrenmesi zordur.

 Zamanın kıymeti
Oruç tutan insan, zamanın kıymetini anladığı gibi yaşadığı zamanın kendi elinde olmadığını görür ve ona hâkim olmadığının da farkına varır. Hava çok sıcak ve bunaltıcı, biz çok açız, tek başımızayız, gören kimse(!) de yok.. ama yine de o “son 5 dakika”yı beklemek zorundayız. Akşam ezanını, iftar vaktinin girişini beklerken anlarız ki, biz zamanın hâkimi değil, mahkûmuyuz. Evet, Ramazanda oruçla, arzuların sadece Allah’ın emriyle ve rızasını kazanmak için ertelenebileceği öğrenilir. Bu duygu Ramazandan sonra da devam ettirilmelidir.

Oruç empati yapma duygusunu kazandırır
İstediği zaman yemek yiyebilen bir insan, imkânları ne olursa olsun, Ramazanda gündüz yemek yiyemez. Böyle olunca da kendisini, imkânı olmadığı için aç gezen insanların yerine koyup onların durumunu anlayabilir. Fakir ve muhtaç kimselerle kendi durumunun empatisini iyi yapan bir insan Ramazandan sonra da bu anlayışı devam ettirip çevresinde hali vakti yerinde olmayanlara yardım etmeye devam edecektir.

Ramazan orucu günahlardan uzak durabileceğimizi gösterir
Kelime olarak, bir şeyden uzak durmak, kendini tutmak manalarına gelen oruç, hakkı verilerek tutulmuşsa insana çok şey kazandırmış demektir. Mü’min Ramazanda yeme içme gibi beşeri ihtiyaçlarından belli bir zaman için uzak durduğu gibi orucunu manen sakatlayan, yalan, iftira, gıybet, kul hakkı… gibi kötülüklerden de uzak durur. Bir ay boyunca yalan söylemeyen, iftira atmayan, gıybete dalmayan, dedikodu yapmayan, hakaretten uzak duran bir insan, bunları hayatının tamamında da yapabileceğini, yalan söylemeden, gıybete girmeden yaşamanın mümkün olduğunu öğrenmiş olur. Bu tür alçak vasıflardan bir ay uzak duran bir kimse Ramazandan sonra bu tür günahlardan uzak kalma suresini uzatmayı isteyecek ve uzatacaktır.
Hâsılı, oruç ayı Ramazanın girmesiyle normalde yapamayacağımızı zannettiğimiz pek çok şeyi yapabileceğimizi uygulamalı bir şekilde öğrenmiş oluruz. Şuurlu bir mü’mine düşen, derinlemesine yaşadığı bir aylık kulluğu, Ramazan’daki yoğunluğunu biraz hafifleterek bütün bir yıla yaymaktır.
İşte asıl başarı budur!

1 Nisan 2018 Pazar

HİLFÜ’L-FUDÛL


Allah Resûlü'nün (aleyhisselam) "Tekrar davet edilsem, yine katılırdım" dediği bir "hak" dayanışması örneği...
Prof.Dr. Muhammed Hamidullah hoca tarafından kaleme alınan, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin “Hilfü’l-fudûl” maddesini -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için paylaşıyorum.

İslâmiyet’ten önce Mekke’de bu adla anılan iki ayrı antlaşmanın yapıldığı bilinmektedir. Bunların birincisi, şehrin ilk sakinleri olan Cürhümlüler’den Fazl (çoğulu fuzûl/fudûl) adlı üç kişinin (Fazl b. Fedâle, Fazl b. Vedâa, Fudayl b. Hâris) kendi aralarında, yerli veya yabancı kimsesiz birine zulüm yapıldığında zalimden hakkını geri alıncaya kadar kabileleriyle birlikte ona yardım edeceklerine dair ahitleşmeleridir. Tesirini uzun süre gösteren bu antlaşmaya bazı tarihçilere göre söz konusu isim “Fazllar’ın yemini” anlamında verilmiştir.
Başka bir rivayete göre antlaşmaya, Hilfü’l-mutayyebîn ve Hilfü’l-ahlâf’tan daha üstün (fudûl) olduğu, Kureyşliler’in onu, “Bu bir fazilet (fudûl) yeminidir” diye niteledikleri veya haksız yere alınan fazla şeyler (fudûl) sahibine iade edildiği için bu isim verilmiştir.
İkinci antlaşma hicretten otuz üç yıl (bazı rivayetlerde yirmi sekiz veya on sekiz yıl) önce yapılmıştır ve diğerinden daha ünlüdür.
Mekke’de kabileler arasında zaman zaman çekişme ve çatışmalar oluyor, ayrıca dışarıdan hac ve ticaret için şehre gelen zayıf ve güçsüz kimselere haksızlık ve zulüm yapılıyordu. Haram aylardan zilkadede vuku bulan böyle bir olayın Hilfü’l-fudûl’e yol açtığı rivayet edilmektedir. Zübeyd kabilesinden bir kişi umre için Yemen’den Mekke’ye geldi ve bir alıcı ile âdet olduğu üzere yanında getirdiği malların pazarlığını yaptı. Fakat alıcı malların parasını yapılan pazarlık üzerinden ödemek istemedi. Alıcının adı rivayetlerin çoğunda Âs b. Vâil es-Sehmî, İbn Habîb’in el-Münemmaķ’ında ise Huzeyfe b. Kays es-Sehmî olarak verilmiştir.
Yemenli satıcı istediği parayı alamayınca Hilfü’l-ahlâf’a dahil kabilelerin bazı ileri gelenlerine gidip durumu anlattı; ancak onlar, Benî Sehm’in kendi mensuplarını korumak için Hilfü’l-ahlâf’tan ayrılabileceğini ve böylece Hilfü’l-mutayyebîn’e karşı zayıflayacaklarını düşünerek kendisine yardım etmediler. Bunun üzerine Yemenli tâcir, ertesi gün Ebûkubeys tepesine çıkıp yüksek sesle mağduriyetini dile getiren bir şiir okudu. Hilfü’l-ahlâf’a mensup kabilelerin aldırış etmemesine karşılık Hilfü’l-mutayyebîn’e mensup kabileler bundan rahatsızlık duydular. Nihayet son Ficâr savaşının çıkmasına yol açan, bu savaşta faal rol oynayan ve bundan pişman olduğu anlaşılan Hz. Peygamber’in amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye başvurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı yapmaya ikna etti. Kaynakların bildirdiğine göre çağrılanlar arasında Hilfü’l-ahlâf mensuplarından kimse yoktu. Toplantıda hazır bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve gönüllülerden oluşacak bir grup kurmayı kararlaştırdılar. Yeminleşen kabileler şunlardır: Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed. Toplantıya Benî Hâşim’den düzenlenmesine ön ayak olan Zübeyr b. Abdülmuttalib’den başka o sırada yirmi (veya otuz beş; İbn Habîb, s.53) yaşında bulunan Hz. Muhammed de katıldı.
Kaynaklarda antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyle ifade edilmektedir:
Allah’a and olsun ki Mekke şehrinde birine zulüm ve haksızlık yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize malî yardımda bulunacağız. Hilfü’l-fudûl mensupları ayrıca ahitleşmenin ardından Hacerülesved’i yıkadıkları mukaddes suyu içmişlerdi.
Hilfü’l-ahlâf mensuplarından Ebû Süfyân’ın kayınpederi Utbe b. Rebîa’nın bu antlaşmaya katılamadığı için çok üzüldüğü ve şöyle dediği rivayet edilir: Eğer Hilfü’l-fudûl’e katılmam için soyumdan ve ailemden ayrılmam gerekseydi bunu hiç çekinmeden yapardım.
Hilfü’l-fudûl’ün daha sonraki tarihlerde devam edememesinin en önemli sebebi bu antlaşmaya yeni katılmaların imkânsız oluşuydu. Bundan dolayı Emevî hilâfetinin başında son mensubunun ölmesi üzerine bu antlaşma sona ermiştir. İslâm’dan önce ve İslâmî dönemde Hilfü’l-fudûl’ün nasıl çalıştığını gösteren bazı olaylar nakledilmektedir:
Sümâle kabilesine mensup bir tâcir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tâcir Hilfü’l-fudûl’e başvurdu. Teşkilât mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey parayı hemen ödedi.
Has‘am kabilesinden Yemenli bir tâcir kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin güçlü kişilerinden Nübeyh b. Haccâc’ın kızını zorla elinden alması üzerine tâcir Hilfü’l-fudûl’e gitti. Hilf mensupları hemen Nübeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.
Erâş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebû Cehil parasını ödemedi. Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’e düşmanlığını bilen bir müşrik alay etmek amacıyla mağdur tâcire, o sırada Kâbe’de bulunan Hz. Muhammed’i göstererek ona başvurduğu takdirde parasını alıp kendisine verebileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’e giden tâcir olayı anlatıp yardım istedi. Hz. Muhammed onunla birlikte Ebû Cehil’in evine gitti ve herhangi bir güçlükle karşılaşmadan parayı aldı. Yine Hz. Peygamber ve Ebû Cehil’le ilgili diğer bir olay da şöyle gelişmişti:
Zübeyd kabilesinden bir tâcir mallarını satmak için Mekke’ye geldi. Ebû Cehil diğer tüccarların ondan alışveriş yapmasına engel oldu ve malına düşük bir fiyat biçti. Kimsenin daha fazla fiyat vermemesi üzerine sıkıntıya düşen tâcirin durumunu öğrenen Hz. Peygamber üç deve yükü malı onun istediği fiyattan satın aldı; Ebû Cehil yanına gelince de Hilfü’l-fudûl’ü hatırlatarak aynı şeyi bir daha yapmaması için kendisini uyardı.
Muâviye’nin hilâfeti sırasında, yeğeni Medine Valisi Velîd b. Utbe ile Hz. Hüseyin arasında bir mal hususunda anlaşmazlık çıktı. Hz. Hüseyin’in, kendisine baskı yapmak isteyen Velîd’e hakkının verilmemesi durumunda Hilfü’l-fudûl’e başvuracağını söylemesi üzerine Velîd haksız tutumundan vazgeçti.
Bütün kaynaklarda Hz. Peygamber’in bi‘setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsettiği, İslâmiyet’in onu daha da pekiştirdiğine inandığı ve bu yemini kızıl tüylü bir deve sürüsüyle de olsa asla değişmeyeceğini, tekrar çağrıldığı takdirde de tereddüt göstermeden derhal icâbet edeceğini söylediği kaydedilmektedir. (Muhammed Hamidullah, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Hilfü'l-fudûl” maddesi)

31 Mart 2018 Cumartesi

CEZALANDIRMA İLKELERİ


Hiçbir hukuk sisteminde keyfî cezalandırma olmaz.!


Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi “Ceza” maddesinin “Cezalandırma İlkeleri” bölümünü -bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için paylaşıyorum.

Cezalandırma İlkeleri
a) Kanunîlik.
İslâm ceza hukukunda nassa veya kanuna dayanmayan bir ceza şeklinden söz etmek mümkün değildir. Kısası, diyeti ve hadleri gerektiren suçların şâri‘ tarafından açıkça tayin ve tesbit edilmesi, hâkimin de bu cezaları verme zorunda oluşu cezalandırmada keyfîliği önlemekte, kanunîliği ve hukukun üstünlüğünü sağlamaktadır. Kur’an’da, cezalandırmanın geçmiş suçları kapsamayacağının değişik vesilelerle ifade edilmesi, sorumluluk için tebliğ ve risâletin ölçü alınması da kanunîlik ilkesini tekit eder. İslâm hukukçularının önemli bir bölümü, hadlerde ve kısasta kıyası ve genişletici yorumu kabul etmeyip ceza naslarının tefsirinde yargının yetkisinin kısıtlı olduğunu belirtmek, silâhlı gasp ve eşkıyalık suçuyla ilgili olarak âyette (Mâide 5/33) geçen dört seçimli ceza nevinden hangilerinin suçun hangi merhalesinin karşılığı olduğunu belirlemeye çalışmak ve hangi çeşit suçlar için siyaseten ölüm cezasının verilebileceğini tartışmakla aynı zamanda cezalandırmada kanunîlik ilkesini de korumak istemişlerdir.
b) Şahsîlik.
Bu prensip Kur’an’da, herkesin yaptığının kendisine tesir edeceği ve hiçbir mükellefin başkasının işlediği suçun sorumluluğunu taşımayacağı şeklinde değişik vesilelerle tekrar edilmiş (En‘âm 6/164; Fâtır 35/18; Necm 53/38-39), hem dünya hem de âhiret hayatında geçerli genel bir ilke olarak ortaya konmuştur.
Hz. Peygamber de babanın suçundan evlâdın, oğulun suçundan babanın ceza görmeyeceğini, her suçlunun ancak kendi aleyhine bir fiil işlemiş olacağını bildirmiştir. İslâmiyet, Arap toplumunda öteden beri devam edegelen kollektif sorumluluğu ilke olarak reddedip cezanın şahsîliği kaidesini hâkim kılmıştır. Ancak bu kaidenin iki istisnası olan âkıle ve kasâme müesseseleri, belli bir amaca yönelik olarak İslâm hukukunda devam ettirilmiştir. Her ikisinde de sadece ceza değil, tazmin yönü de bulunan diyet ödeme yükü suç ve suçlu ile zayıf da olsa ilgisi bulunan belli bir zümreye dağıtılarak bir yandan toplumda sosyal denetimin yerleşmesi amaçlanmakta öte yandan da maktulün kanının heder olması önlenmektedir.
c) Genellik.
İslâm ceza hukukunda cezanın şahıslar bakımından umumiliği, yani kanun karşısında herkesin eşitliği ilkesi hâkim olup hiçbir zümre ve şahsa dokunulmazlık veya ayrıcalık tanınmamıştır. İslâmiyet başlangıçtan itibaren bütün insanların eşit olduğunu, üstünlüğün ancak takvâda bulunduğunu, takvânın da adaleti sağlamakla gerçekleştiğini belirterek bütün kurumlarını adalet esasına oturtmayı amaçlamıştır. Hz. Peygamber ve ashap devri bu çizgideki uygulama örnekleriyle doludur. Nitekim Resûl-i Ekrem, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi yönünde ashaptan gelen bir talebi şiddetle reddetmiş ve geçmiş milletlerin mahvolmasının başlıca sebeplerinden birinin bu ayırım olduğunu söylemiştir. Bir başka olayda da ceza uygulamasında câriye-hür ayırımı yapmamış, bunu yadırgayan sahâbîlere de kısasın Allah’ın hükmü olduğunu ifade etmiştir.
Cezalar kamu düzeninin tabii bir gereği olduğundan İslâm ülkesinde yaşayan, bu ülkenin vatandaşı olan veya olmayan gayri müslimlere de (zimmî veya müste’men) aynı şekilde uygulanır. Ancak konu din hürriyeti noktasından ele alınınca zimmîlere şarap içme cezasının uygulanmayacağı görüşü hâkimdir. Onlara zina cezası tatbikinde ise farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre müste’menlere Allah hakkının galip olduğu hadler uygulanmayıp yerine ta‘zîr cezası verilir. Zimmî ve müste’menler de devletin koruması altında olduğundan onlara karşı işlenen suçlar da aynı şekilde cezalandırılır. Ancak bir zimmîyi öldüren müslümana kısasın uygulanması tartışmalıdır. Hanefîler’e göre cezalar devletin hâkimiyetiyle yakından ilgili olduğu için bir müslüman veya zimmî düşman ülkesinde işlediği suçlar sebebiyle cezalandırılmaz. Cezalandırmada aslolan suçun devletin egemenlik alanında işlenmesidir. Hukukçuların çoğunluğuna göre düşman ülkesinde suç işleyen müslüman veya zimmî ülkeye dönünce cezalandırılır.
d) Suç-Ceza Dengesi.
İslâm ceza hukukunda suç ile karşılığında verilecek ceza arasında mâkul bir dengenin mevcudiyeti dikkati çekmektedir. Cezalandırma asıl amaç değil zarureten başvurulan bir çaredir. Bu sebeple cezalar ancak zaruret ölçüsünde belirlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür” (Şûrâ 42/40) hükmü, tecavüzlere sadece misliyle karşılık verilmesinin gereğine ve dolayısıyla suç-ceza dengesinin tesisine işaret etmektedir. Suçun derecesini tayinde, mağdura verdiği zarar yanında suçun içtimaî bünyeye ve üçüncü şahıslara olan olumsuz tesiri, İslâmî değer hükümlerini ihlâl derecesi de göz önünde bulundurulur. Toplum hakkının ciddi boyutlarda ihlâl edildiği had suçlarında suç ve ceza mağdurun uğradığı zararla doğrudan orantılı değilken şahsî hakların ön planda olduğu kısas ve diyette cezanın nevi ve miktarı suçun nevi ve miktarıyla yakından ilgili olup bu grupta mümkün olduğu ölçüde suç-ceza eşitliği korunur. Nitekim kısasta suçlunun mağdura verdiği zararın misliyle cezalandırılması ilkesi hâkimdir. Adam öldürme suçuna aslî olarak iştirak eden birden fazla kimsenin bir kişi karşılığında öldürülmesi yönündeki ashap görüş ve uygulaması, cezalandırmada şahsî hakkı korumanın yanı sıra kamu düzenini sağlama ve suçu önleme gayesinin de hâkim olması ile izah edilebilir. Yakınıyla zina, işkence ederek öldürme, tekerrür, suçların içtimaı gibi hususlar cezalandırmada ağırlaştırıcı sebepler arasında sayılırken hata, şüphe, bilgisizlik, ilk defa işlemiş olma, çalınan malın değersizliği gibi faktörlerin cezayı hafifletici sebepler sayılması da İslâm hukukundaki suç-ceza dengesinin tabii sonucu olarak değerlendirilmelidir.
e) Cezalandırmada Adalet ve Hakkaniyet
Kur’an ve Sünnet’te belirlenen kısas ve had cezaları, işlendiği sabit olan suçlar için verilmesi zorunlu olan, azaltma veya başka bir cezaya tahvil etme konusunda hâkime takdir hakkının verilmediği tek seçimli cezalardır. Bu cezaların haksız yere verilmesi telâfisi imkânsız yaralar açacağından ilgili naslar ve bu paralelde gelişen hukuk doktrini suçların oluşmasında, ispatında, cezayı düşüren sebepleri işletmede suçlu lehine titizlik göstermiş, şüphe ve tereddütten sanığın faydalanacağını genel bir ilke olarak benimsemiş, böylece cezalandırmada adaleti sağlamıştır. Hz. Peygamber’in, “Elinizden geldiği ölçüde Müslümanlardan cezaları kaldırınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen salıveriniz. Devlet başkanının affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha hayırlıdır” meâlindeki hadisi sanık lehine titizlik gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir.

ü  Kanunu bilmemenin belli durumlarda mazeret sayılması,
ü  cezaî hüküm taşıyan nasların geçmişe şâmil olmaması,
ü  herkesin aslen suçsuzluğunun ilke olarak kabul edilip suç için belli ispat vasıta ve ölçüsünün istenmesi,
ü   ceza ağırlaştıkça ispat vasıtalarının da ağırlaşması,
ü suçluya işkence edilmesinin yasaklanması cezalandırmada adaleti gerçekleştirmeye, haksızlığı ve hakkın suistimalini önlemeye yönelik ilkelerdir. Nitekim Hz. Peygamber, “Allah her şeyde güzel ve uygun davranmayı emretmiştir... Öldürdüğünüzde bile bu işi güzel yapınız” meâlindeki hadisle kısasın ancak kılıçla infaz beyan ederek işkence ile veya ateşte yakarak öldürmeyi yasaklamış, böylece yargılamada olduğu gibi cezaların infazında da adaletin gözetilmesi ilkesini vazetmiştir. İslâm devletinin kuruluş dönemine ait bazı münferit olaylarda suçluların işkence ile öldürme tarzında cezalandırıldığına rastlanmaktaysa da bu uygulama o günkü savaş şartları çerçevesinde saldırganları işledikleri suçların misliyle cezalandırma ilkesine bağlı geçici ve caydırıcı bir operasyon niteliğinde olup bu tür cezalandırma sonradan kaldırılmıştır.
Suçlunun cezaya güç yetiremeyecek derecede hasta ve zayıf oluşu gibi özel durumlarda cezanın hafifletilmesi veya tecili söz konusudur. Hz. Peygamber, zina eden çok zayıf ve ihtiyar bir sahâbîye 100 celde yerine çok dallı bir ağaç parçası ile bir defa vurmayı yeterli görmüş, âdet gören câriyenin celde cezasını özürlü halinin sona ermesine kadar tehir ettirmiştir. Köle ve câriyelere bazı cezaların yarıya indirilerek uygulanması, vücûb ve edâ ehliyetlerindeki eksikliğin karşılığı olması itibariyle adaletin gereği kabul edilmiştir. Şerefli ve itibarlı kimselerin kısas ve had suçları dışında kalan küçük suçlarının belli durumlarda affedilebilmesi, kıtlık zamanlarında ve benzeri zaruret halinde yapılan hırsızlığın had ile cezalandırılmaması, cezalandırmadan beklenen gayeye uygun davranışlar olarak değerlendirilmelidir.
D) Cezaî Sorumluluk.
Bir fiilin suç sayılıp cezalandırılabilmesi için onun
ü nas veya kanun tarafından suç olarak belirlenmiş olması (kanunî unsur),
ü bilfiil işlenmiş olması (maddî unsur),
ü failin kusurlu olması (mânevî unsur) ve ayrıca
ü fiilin hukuka aykırı olması gerekir.
Suça hazırlık mahiyetindeki fiiller ve suça teşebbüs ayrı bir suç teşkil etmediği sürece cezalandırılmaz. İşledikleri suçtan, ancak hür irade ve temyiz gücüne sahip olup kendilerine kusur isnadı kabil olan kimseler sorumlu tutulabilir.
İslâm hukukunun, insanların dışındaki canlıların ve eşyanın sorumlu olmadığı ilkesini getirmiş olması, hukuk tarihinde kaydedilmiş önemli bir merhale olarak değerlendirilmelidir. Zira hayvanların ve eşyanın sorumlu tutulması İslâm öncesi hukuk düzenlerinde mevcut olup bu anlayışa XIX. yüzyıla kadar Avrupa’da da rastlanmaktadır. Câhiliye döneminde bir kimse kuyuya, madene düşerek ölmüş veya hayvan tarafından öldürülmüşse o kuyu, maden veya hayvan ölenin diyeti sayılabilirdi.
Hz. Peygamber, “Hayvanlar, kuyu ve maden yaralamadan (cinayetten) sorumlu tutulamaz” diyerek bu uygulamayı kaldırmıştır. Cezaî sorumlulukta failin kusur derecesinin yani kasıt, ihmal veya taksirinin, suçu işleme durum ve aletinin farklı sonuçları vardır. Kastı tesbitte de genelde belirgin ve objektif ölçüler alınır. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, sarhoşluk, ikrah gibi fiil ehliyetine tesir eden haller malî sorumluluğu pek etkilemezse de cezaî sorumluluğa değişik derecelerde müessir olur. (Ali Bardakoğlu, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Ceza” maddesi, “Cezalandırma İlkeleri” bölümü)

23 Mart 2018 Cuma

Bütün Dünyalığı Bir Sepete Sığıyordu...


Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin devamlı yanında taşıdığı bir sepeti vardı.
Onun için bu sepet aynı zamanda bütün hayatın tek bir sepetin içine sığabileceğini gösteren bir hayat tarzının simgesiydi.
“Üstadın bu sepetinin içinde ne vardı?” sorusuna cevap olarak,
“Dünyalık adına sahip olduğu her şey” dense büyük bir yanlış yapılmış olmaz.

    Bediüzzaman’ın dünya namına hiçbir şeyi yoktu; onun sadece bir sepeti vardı. Varı yoğu o sepetin içindeydi. Üstad, Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselam) bir hadis-i şerifte ifade ettiği üzere bir yolcu gibiydi. Yolcunun ne kadar malı mülkü olursa, o da o kadarına sahipti. Zira, yapmayı düşündüğü şey onu dünyalıktan uzak tutuyordu. Onun dünyada Allah rızasına ulaşmaktan başka bir gayesi yoktu. Bunu kendisini sevenlere de bir hedef olarak gösteriyordu.
Üstad, bu sepetinin içinde değişik ihtiyaçlarını karşılayacağı malzemeleri taşıyordu. Genel olarak bir çaydanlık, birkaç bardak, biraz şeker ve çayın bulunduğu bu sepetin içine zaman zaman da yiyecek bir şeyler koyardı. Mesela bir keresinde bisküvi koymuş, gelen herkese de bundan ikram etmişti. Bir kilo ancak olan bu bisküvi uzun süre bitmemiş, samimiyetin verdiği bereketle pek çok insanın midesinde yerini bulmuştu. Üstad bu sepetin içine bazen üzüm ve pestil de koyar, yanındaki insanlara ikram ederdi.
Bediüzzaman, almaya değil vermeye programlanmış bir insandı. O, insanlardan bir şey almamış; elinden geldiğince onlara vermişti. Böyle olunca da onunla beraber, verdikleri de kendisine ait bir hazine olarak ahirete gitmişti. Zaten, bir mektubunda, insanlardan hediye kabul etmenin kendi adına “ahirete ait meyveleri dünyada yemek” gibi bir şey olacağını, bunu da kabul edemeyeceğini söylüyordu.
Dünya ona sahip olamadı
Dünya, Üstad’a sahip olamadı. Çünkü onun kendisine sahip olacak dünyalığı yoktu. Esasen sahip olduğunu zannettiği şeyler, insanın sahibi olup onu yönlendiriyorlar şu dünyada. Kendisine düşmanlık besleyen insanların ondan alacakları, korumak zorunda olduğu bir mal, dolayısıyla da kaybedeceği hiçbir şey yoktu. Onun elinde Kur’an’a ait elmas düsturlar vardı ve o, bunları bir hazine gibi saklamıyor, herkese ikram ediyordu.
Bütün varlığı bir sepetten ibaret olan bir insanı dünyaya bağlamak ve ondan kendisine zor gelecek bir şey istemek mümkün değildir. Zira onun kaybedecek bir şeyi yoktur. Bu konuda Üstad’dan aldığı aşk, şevk ve iman kuvvetiyle hayatını mahkeme mahkeme mazlumları savunmakla geçirmiş olan Avukat Bekir Berk Bey’in başından geçen bir hadise gelir akla.
Dine ve dindara baskıların en şiddetli olduğu dönemlerden biridir. Bekir Bey cansiperane bir savunma yapar. Sadece mazlumları değil, aynı zamanda yere düşürülmek istenen dinî hayatı da savunur. Savcı, Bekir Bey’e bir tehdit savurma gayesiyle
“Neyine güveniyorsun?” diye sorar. Bu soru Bekir Bey’i yerinden fırlatır. Kafesteki bir aslandan farksızdır. Çantasını açar ve bembeyaz bir kefen çıkarır. Savcıya ve onunla aynı kafada olan insanlara cevabını verir:
“Buna güveniyorum.” Evet, karşılığında ölüm göze alındığında ucuzlamayacak değer yoktur. Dünyada sadece bir kefenleri olduğunu bilenlerin korkacakları hiçbir şey yoktur.
Bediüzzaman Hazretleri hayatı boyunca pek çok eza ve cefaya maruz kaldı. Bütün yapılanlara karşı bir an olsun beddua etmediği gibi intikam almayı da düşünmedi. Hayatta çektiği sıkıntılara ek olarak vefatından sonra da rahat bırakılmadı. Defnedildikten kısa bir süre sonra mezarından çıkarıldı ve pek az kimsenin bildiği bir yere taşındı ki, kendisi de mezarının bilinmesini istemiyordu. Çünkü insanlar farklı anlayışlara kapılabilir, orada İslam inançlarına ters hareketler yapabilirlerdi.
Seksen küsur senelik hayatı boyunca sahip olduğu tüm dünyalık devamlı yanında taşıdığı sepete sığıyordu. O, küçük yaşta evinden çıkmış, hayatının değişik dönemeçlerinde dünya ona gülmüş, dünyevi imkânlarla karşılaşmış, kendisine yüksek ücretli resmi bir görev teklif edilmiş; ancak o, bunlara hiç iltifat etmemiş, sadece davasını ve bunların belgeleri olan eserlerini yazarak ziyaret edilecek bir mezar bile bırakmadan bu dünyayı bırakıp gitmişti.
Yarım asırdan fazla bir zaman önce ruhunun ufkuna yürüyen Bediüzzaman, örnek hayatı ve eserleriyle ortada. Gök kubbede bıraktığı sadâ da kıyamete kadar yankılanmaya devam edecek…