Dinî değerlerini dünyalık menfaatler için satan âlimler/din adamları her dönemde olmuştur. İmam Rabbânî kendi dönemindeki, dinî ilimleri dünyalık kazanma, belli makamlara gelme, idarecileri memnun ederek dünyalık elde etme vesilesi yapan âlimleri uyardığı bir mektubu, söz konusu kişilerin tanınması ve bu "mektup"tan istifade edilmesi için önce sadece Türkçesini, devamında Arapça-Türkçe karşılaştırmalı olarak paylaşıyorum...
Bu 33. mektup, Molla Hacı Muhammed Lâhorîye
yazılmıştır. Dünyayı seven ve ilmi, dünyalık kazanma vesilesi yapan kötü ilim
adamlarının zararını bildirmekte ve dünyaya düşkün olmayan âlimleri methetmektedir:
Âlimlerdeki
dünya sevgisi ve dünyalık şeylere düşkünlük, güzel yüzlerindeki siyah leke
gibidir. Dünya sevgisine yenik düşmüş âlimlerin ilmi/bilgisi başkalarına pek
çok fayda sağlasa bile, kendilerine hiçbir faydası olmaz.
Bunların sa’y u gayretlerinin neticesi olarak dini
teyit, İslamiyet’i takviye gibi güzel şeyler ortaya çıkıyor gibi görünse bile buna
çok itibar edilmez. Zira dini takviye işi, bazen kâfir ve fâsıklar tarafından
da yapılır. Nitekim, Efendiler Efendisi (aleyhi ve alâ âlihissalavâtü
vetteslîmât) günahkar ve kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber vererek
şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir bir adamla da
teyit ve takviye eder.” (Buhâri, cihad 182; Müslim, iman
46)
Bunlar Fâris taşı gibidirler ki, bu taşa
saydam bir şey sürüldüğünde demiri altına dönüştürür. Fakat kendisi yine
taş olarak kalır. Yine bu insanlar temel maddesi odun olan bir ateşe benzer,
başkaları bu ateşten istifade eder. Ancak odunun, kendisine hiç faydası olmaz.
Bu tür ulema-i sû/kötü âlimlerin ilimleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Taş da odun da yaptıkları işten kendileri bir kar elde edemezler. Tam aksine kötü
âlimlerin ilmi, kendilerine zarar verir. Çünkü bu ilim, kıyamet günü
kendileri aleyhine delil olacak, mazeretlerini ellerinden alacaktır.
Bunlar için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi
vesellem): “Kıyamet gününde, en ağır azaba maruz kalacak olan kimse, ilmi
kendisine fayda sağlamayan âlimdir.” (Taberani,
câmius-sağîr 1/305)
buyurmuşlardır.
Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ve her şeyin en
şereflisi olan ilmi; mal biriktirmeye, makam ve koltuk kapmaya ve başa geçmeye
vesîle edenlere, bu ilim nasıl zararlı olmasın ki?! Zira, dünyaya ve dünyevî
şeylere düşkünlük, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allah Teâlâ’nın
kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iş olduğu
ortaya çıkıyor. Onun kıymet verdiğini basit ve küçük görmek, O’nun katında
değersiz olana önem verip büyütmek çok büyük bir kabahattir. Hatta işin aslında
bu, Allah Teâlâ’ya karşı gelmek, O’nunla zıtlaşmak manasına gelmektir.
Ders vermek, insanların dini konulardaki
problemlerine çözüm üretmek, ancak, Allah rızâsı için olduğunda ve sosyal
statü, konum, mal ve şöhret kazanma gibi şaibelerden uzak bulunduğunda fayda
sağlar. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır.
Dünyaya düşkün, dünya sevgisinin esiri olan din
adamları, hakikatte dünyalık âlimlerdir. Bunlar aynı zamanda ulemais-sû
(kötü âlimler)’dir. Bunlar insanların en şerlisi, en alçağıdır. Bunlara “din
hırsızları” da denilebilir.
Görünürde bunlar, kendilerini dinî konularda
uyulması gereken din adamı olarak bilir, öyle tanıtırlar. Bunlar kendilerini
insanların en faziletlileri zannederler. Kendilerini doğru yolda, bir hakikat
üzere sanırlar; halbuki bunlar yalancıların ta kendileridir.
Mücâdile suresindeki, “Şeytan onların
akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar
Şeytan’ın takımıdır ve şunu unutmayın ki Şeytan’ın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur.”
(Mücadile sûresi, 19) meâlindeki âyet-i kerîme bunların durumunu anlatır.
Büyüklerden biri şeytanı boş boş otururken görür.
Şeytan enteresan bir şekilde insanları aldatmakla uğraşmamaktadır. Şeytana boş
boş oturmasının sebebini sorar. Şeytan şöyle cevap verir:
Zamanın din adamı geçinen, ulemâus-sû’u (kötü
âlimleri), insanları yoldan çıkarmakta, o kadar çok yardım ediyor, bana
ihtiyaç bırakmıyor ki, benim bu işle özel olarak uğraşmama gerek kalmıyor.
Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini
yaşamakta gösterilen gevşeklik ve zaaflar, insanlardaki dini duyguyu takviye
konusunda gösterilen fütur, hep bu dini dünyaları için kullanan âlimler(!)
yüzünden olmakta, onların bozuk niyetlerinden kaynaklanmaktadır.
Gönlünü dünyaya kaptırmayan, mal, konum, mevki’,
şöhret kazanma ve başa geçme sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret öncelikli
yaşayan âlimlerdir. İnsanların en faziletlisi ve Peygamber vârisleri de işte
bunlardır. Kıyamet günü, bu âlimlerin mürekkebi, Allah için canını veren
şehitlerin kanı ile tartılacak ve bu âlimlerin Allah için sarfettikleri
mürekkep, şehitlerin kanından daha ağır gelecektir.
“Hakiki âlimlerin uykusu
ibadettir.” (Keşfu’l-hafâ, 2/325) beyanı, ahireti dünyaya
tercih eden gerçek âlimleri anlatmaktadır. Ahiretin göz alıcı nimet ve
güzellikleri onların gözünde daha başka bir güzel görünür. Onların gözünde
dünyanın çirkinlik ve kötülüğü apaçık bir şekilde bellidir. Ahirete “bekâ
nazarı”yla bakar; dünyanın fena ve zevalinin hep farkında bulunurlar. Kuşkusuz
bunlar “fâni” olan dünyadan kaçmış ve “bâkî” olan ahirete
yönelmişlerdir.
Ahiretin büyüklüğünün ve öneminin farkında
olabilmek, Allah Teâlâ’nın “celâl”ini, sonsuz büyüklüğünü “müşahede” ile olur.
Dünyanın kendine bakan yünüyle küçüklüğü ve dünyalıkların da basitliğini bilmek
ahiretin büyüklüğünü müşahedeyle mümkündür. Çünkü dünya ile ahiret birbirinin
zıddı, iki “kuma” gibidir. Sadece biri razı edilirse; öteki incinir.
Şayet dünya tek taraflı olarak üstün tutulursa ahiret o kişinin nazarında değerini
kaybedip küçülür. Nazarında dünya küçük olan kimse, ahirete kıymet vermiş olur.
Her ikisine hakkını vermek; birisini boşlamamak gerekir; her ne kadar bu, bir
arada bulunması mümkün olmayan “iki zıt şeyi bir araya getirmek” gibi
olsa bile.
Şair ne güzel der: “Din ve dünya beraber
değerlendirilse ne güzel olur!”
Şurası bir gerçek ki, bazı Hak dostları
nefislerinin ve beşerî garîzelerinin esaretinden tamamen kurtulmuş olmalarına
rağmen bazı sebeplerle zâhiren ehl-i dünya gibi, dünyayı seviyor ve istiyor
görünürler. Aslında içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.
“Oralarda, sabah akşam
O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne
ticaretler, ne alım ve satımlar onları Allah’ı zikretmekten, namazı
hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz.” (Nur sûresi, 37)
ayeti bu tür Hak dostlarını anlatır. Bunlar dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki bu tür
dünyalıklarla hiç bağları yoktur.
Hâce
Behâeddîn-i Nakşibend (kuddise sirruh) der ki:
Mekke-i Mükerreme’de
Mina pazarında, bir tâcir/işadamı gördüm. Bu tâcir, aşağı yukarı, elli bin
altın değerinde ticaret yapıyordu. Baktım ki, bu esnâda kalbi, Allah’tan bir an
olsun gafil bulunmuyordu.
İmam Rabbani, 33. Mektup Arapça-Türkçe
المكتوب الثالث والثلاثون
صدر الى
الحاج الملا
محمد اللاهوري
في بيان
مذمة علماء السوء
الذين هم
في اسر
محبة الدنيا
ومدح العلماء
الزهاد الذين
يرغبون عن الدنيا.
Bu 33. mektup, Molla Hacı Muhammed Lâhorîye
yazılmıştır. Dünyayı seven ve ilmi, dünyalık kazanma vesilesi yapan kötü ilim
adamlarının zararını bildirmekte ve dünyaya düşkün olmayan âlimleri methetmektedir:
ان محبة الدنيا من العلماء ورغبتهم فيها كَلَفٌ على وجه جمالهم وان كان يحصل
منهم فوائد للخلائق لكن لا يكون علمهم نافعًا في حقهم.
Âlimlerdeki
dünya sevgisi ve dünyalık şeylere düşkünlük, güzel yüzlerindeki siyah leke
gibidir. Dünya sevgisine yenik düşmüş âlimlerin ilmi/bilgisi başkalarına pek
çok fayda sağlasa bile, kendilerine hiçbir faydası olmaz.
وان كان تأييد الشريعة
وتقوية
الملة مرتبا عليهم لكن لا اعتبار على ذلك، فان التأييد والتقوية يحصل من أهل
الفجور
وارباب الفتور احيانًا كما اخبر سيد الانبياء عليه و على آله الصلوات و
التسليمات
عن تأييد الفاجر حيث قال :ان
الله ليؤيد هذا
الدين بالرجل
الفاجر
Bunların sa’y u gayretlerinin neticesi olarak dini
teyit, İslamiyet’i takviye gibi güzel şeyler ortaya çıkıyor gibi görünse bile buna
çok itibar edilmez. Zira dini takviye işi, bazen kâfir ve fâsıklar tarafından
da yapılır. Nitekim, Efendiler Efendisi (aleyhi ve alâ âlihissalavâtü
vetteslîmât) günahkar ve kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber vererek
şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Allah, bu dini fâcir bir adamla da
teyit ve takviye eder.” (Buhâri, cihad 182; Müslim, iman
46)
وهم
كحجر الفارس حيث ان كلما يلصق به من الشيئ الاملس والحديد يكون ذهبًا وهو
باق على حجريته وكالنار المودعة في الحجر والشجر فانه يحصل منها منافع للعالم
ولكن لا نصيب للحجر والشجر من تلك النار المودعة في باطنهما بل اقول ان ذلك
العلم مضر في حقهم لانه به تمت الحجة عليهم
Bunlar Fâris taşı gibidirler ki, bu taşa
saydam bir şey sürüldüğünde demiri altına dönüştürür. Fakat kendisi yine
taş olarak kalır. Yine bu insanlar temel maddesi odun olan bir ateşe benzer,
başkaları bu ateşten istifade eder. Ancak odunun, kendisine hiç faydası olmaz.
Bu tür ulema-i sû/kötü âlimlerin ilimleri de kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Taş da odun da yaptıkları işten kendileri bir kar elde edemezler. Tam aksine kötü
âlimlerin ilmi, kendilerine zarar verir. Çünkü bu ilim, kıyamet günü
kendileri aleyhine delil olacak, mazeretlerini ellerinden alacaktır.
كما قال النبي عليه الصلاة و السلام
ان أشد
الناس عذابًا يوم القيامة عالم لم ينفعه الله بعلمه.
Bunlar için Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi
vesellem): “Kıyamet gününde, en ağır azaba maruz kalacak olan kimse, ilmi
kendisine fayda sağlamayan âlimdir.” (Taberani,
câmius-sağîr 1/305)
buyurmuşlardır.
فكيف لا يكون مضرًا فان
العلم الذي هو أعز الأشياء عند الله تعالى واشرف الموجودات جعلوه وسيلة لجمع
حطام الدنيا الدنية من المال والجاه والاحباب .والحال ان الدنيا ذليلة عند الله تعالى
وحقيرة
وابغض المخلوقات عند الله واذلال ما هو عزيز عند الله واعزاز ما هو ذليل
عنده في غاية القباحة بل هو معارضة مع الحق سبحانه في الحقيقة.
Allah Teâlâ’nın kıymet verdiği ve her şeyin en
şereflisi olan ilmi; mal biriktirmeye, makam ve koltuk kapmaya ve başa geçmeye
vesîle edenlere, bu ilim nasıl zararlı olmasın ki?! Zira, dünyaya ve dünyevî
şeylere düşkünlük, Allah Teâlâ’nın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allah Teâlâ’nın
kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iş olduğu
ortaya çıkıyor. Onun kıymet verdiğini basit ve küçük görmek, O’nun katında
değersiz olana önem verip büyütmek çok büyük bir kabahattir. Hatta işin aslında
bu, Allah Teâlâ’ya karşı gelmek, O’nunla zıtlaşmak manasına gelmektir.
والتدريس والافتاء
انما يكونان نافعين اذا كانا خالصين لوجه الله تعالى وخاليين عن شائبة حب الجاه
والرياسة
وطمع حصول المال والرفعة وعلامة خلوهما عن تلك المذكورات الزهد في
الدنيا
وعدم الرغبة فيها .
Ders vermek, insanların dini konulardaki
problemlerine çözüm üretmek, ancak, Allah rızâsı için olduğunda ve sosyal
statü, konum, mal ve şöhret kazanma gibi şaibelerden uzak bulunduğunda fayda
sağlar. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır.
فالعلماء الذين هم مبتلون ﺑﻬذا البلاء ومأسورون في اسر محبة
الدنيا، فهم من علماء الدنيا وهم علماء
السوء وشرار الناس ولصوص
الدين.
Dünyaya düşkün, dünya sevgisinin esiri olan din
adamları, hakikatte dünyalık âlimlerdir. Bunlar aynı zamanda ulemais-sû
(kötü âlimler)’dir. Bunlar insanların en şerlisi, en alçağıdır. Bunlara “din
hırsızları” da denilebilir.
والحال اﻧﻬم
يعتقدون
انفسهم مقتدًا ﺑﻬم في الدين وأفضل الخلائق أجمعين ويحسبون أﻧﻬم على شئ
الا اﻧﻬم هم الكاذبون
Görünürde bunlar, kendilerini dinî konularda
uyulması gereken din adamı olarak bilir, öyle tanıtırlar. Bunlar kendilerini
insanların en faziletlileri zannederler. Kendilerini doğru yolda, bir hakikat
üzere sanırlar; halbuki bunlar yalancıların ta kendileridir.
استحوذ عليهم الشيطان
فانساهم ذكر
الله اولئك
حزب الشيطان الا
ان حزب
الشيطان هم
الخاسرون.
Mücâdile suresindeki, “Şeytan onların
akıllarını çelmiş de onlara, Allah’ı hatırlamayı unutturmuştur. İşte onlar
Şeytan’ın takımıdır ve şunu unutmayın ki Şeytan’ın takımı ziyan ve hüsrana mahkûmdur.”
(Mücadile sûresi, 19) meâlindeki âyet-i kerîme bunların durumunu anlatır.
رأى واحد من الاكابر الشيطان قاعدًا فارغ البال
عن الاغواء والاضلال فسأله عن سر قعوده بفراغ البال فقال اللعين: ان علماء السوء في
هذا الوقت قد امدوني في امري مددًا عظيمًا وتكفلوا لي بالاضلال حتى جعلوني فارغ
البال
Büyüklerden biri şeytanı boş boş otururken görür.
Şeytan enteresan bir şekilde insanları aldatmakla uğraşmamaktadır. Şeytana boş
boş oturmasının sebebini sorar. Şeytan şöyle cevap verir:
Zamanın din adamı geçinen, ulemâus-sû’u (kötü
âlimleri), insanları yoldan çıkarmakta, o kadar çok yardım ediyor, bana
ihtiyaç bırakmıyor ki, benim bu işle özel olarak uğraşmama gerek kalmıyor.
الحق ان كل ضعف ووهن وقع في امور الشريعة في هذا الزمان وكل فتور ظهر
في ترويج الملة وتقوية الدين انما هو من شؤم علماء السوء وفساد نياﺗﻬم
Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini
yaşamakta gösterilen gevşeklik ve zaaflar, insanlardaki dini duyguyu takviye
konusunda gösterilen fütur, hep bu dini dünyaları için kullanan âlimler(!)
yüzünden olmakta, onların bozuk niyetlerinden kaynaklanmaktadır.
نعم ان كان
العلماء
راغبين عن الدنيا ومحررين من اسر حب الجاه والرياسة وطمع المال والرفعة فهم
من علماء الآخرة وورثة الانبياء عليهم الصلوات و التسليمات وهم افضل الخلائق
وهم الذين يوزن مدادهم يوم القيامة بدم الشهداء في سبيل الله فيترجح مدادهم
Gönlünü dünyaya kaptırmayan, mal, konum, mevki’,
şöhret kazanma ve başa geçme sevdasında olmayan din âlimleri, ahiret öncelikli
yaşayan âlimlerdir. İnsanların en faziletlisi ve Peygamber vârisleri de işte
bunlardır. Kıyamet günü, bu âlimlerin mürekkebi, Allah için canını veren
şehitlerin kanı ile tartılacak ve bu âlimlerin Allah için sarfettikleri
mürekkep, şehitlerin kanından daha ağır gelecektir.
ونوم العالم عبادة متحقق في حقهم وهم الذين استحسن في نظرهم جمال الآخرة
ونضارﺗﻬا
وظهرت قباحة الدنيا وشناعتها فنظروا الى الآخرة بنظر البقاء ورأوا الدنيا
متسمة بسمة الزوال والفناء فلا جرم هربوا من الفاني واقبلوا على الباقي.
“Hakiki âlimlerin uykusu
ibadettir.” (Keşfu’l-hafâ, 2/325) beyanı, ahireti dünyaya
tercih eden gerçek âlimleri anlatmaktadır. Ahiretin göz alıcı nimet ve
güzellikleri onların gözünde daha başka bir güzel görünür. Onların gözünde
dünyanın çirkinlik ve kötülüğü apaçık bir şekilde bellidir. Ahirete “bekâ
nazarı”yla bakar; dünyanın fena ve zevalinin hep farkında bulunurlar. Kuşkusuz
bunlar “fâni” olan dünyadan kaçmış ve “bâkî” olan ahirete
yönelmişlerdir.
وشهود عظمة
الآخرة
انما هو ثمرة شهود الجلال اللايزالي واذلال الدنيا وتحقير ما فيها من لوازم شهود
عظمة الآخرة. لان الدنيا
و الآخرة ضرتان ان رضيت احداهما سخطت الأخرى فان
كانت الدنيا عزيزة فالآخرة حقيرة وان كانت الدنيا حقيرة فالآخرة عزيزة وجمع هذين
الامرين
من قبيل جمع الاضداد.
(ع): ما احسن الدين والدنيا لو اجتمعا.
Ahiretin büyüklüğünün ve öneminin farkında
olabilmek, Allah Teâlâ’nın “celâl”ini, sonsuz büyüklüğünü “müşahede” ile olur.
Dünyanın kendine bakan yünüyle küçüklüğü ve dünyalıkların da basitliğini bilmek
ahiretin büyüklüğünü müşahedeyle mümkündür. Çünkü dünya ile ahiret birbirinin
zıddı, iki “kuma” gibidir. Sadece biri razı edilirse; öteki incinir.
Şayet dünya tek taraflı olarak üstün tutulursa ahiret o kişinin nazarında değerini
kaybedip küçülür. Nazarında dünya küçük olan kimse, ahirete kıymet vermiş olur.
Her ikisine hakkını vermek; birisini boşlamamak gerekir; her ne kadar bu, bir
arada bulunması mümkün olmayan “iki zıt şeyi bir araya getirmek” gibi
olsa bile.
Şair ne güzel der: “Din ve dünya beraber
değerlendirilse ne güzel olur!”
نعم قد اختار جمع من المشائخ الذين تخلصوا عن اسر نفوسهم ومقتضيات طبائعهم بالكلية صورة أهل الدنيا بواسطة نيات حقانية تراهم في الظاهر راغبين فيها ولكن لا علاقة لهم ﺑﻬا في الحقيقة اصلا. بل هم فارغون عن الكل ومتخلصون عن الجميع رجال
لا تلهيهم
تجارة ولا
بيع عن
ذكر الله
فلا يمنعهم البيع والشراء عن ذكر الله فهم في عين التعلق ﺑﻬذه الامور غير متعلقين بشئ.
Şurası bir gerçek ki, bazı Hak dostları
nefislerinin ve beşerî garîzelerinin esaretinden tamamen kurtulmuş olmalarına
rağmen bazı sebeplerle zâhiren ehl-i dünya gibi, dünyayı seviyor ve istiyor
görünürler. Aslında içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.
“Oralarda, sabah akşam
O’nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne
ticaretler, ne alım ve satımlar onları Allah’ı zikretmekten, namazı
hakkıyla ifa etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz.” (Nur sûresi, 37) ayeti
bu tür Hak dostlarını anlatır. Bunlar dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki bu tür dünyalıklarla
hiç bağları yoktur.
قال الخواجه ﺑﻬاء الدين النقشبند قدس سره رأيت في سوق منى تاجرًا اتجر بمقدار خمسين الف دينار تقريبًا ولم يغفل قلبه عن الحق سبحانه لحظة.
Hâce
Behâeddîn-i Nakşibend (kuddise sirruh) der ki:
Mekke-i Mükerreme’de
Mina pazarında, bir tâcir/işadamı gördüm. Bu tâcir, aşağı yukarı, elli bin
altın değerinde ticaret yapıyordu. Baktım ki, bu esnâda kalbi, Allah’tan bir an
olsun gafil bulunmuyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder