Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi “Rüşvet” maddesini
-bibliyografya ve kaynakları çıkarıp bazı kısımları vurgulayarak- istifade için
paylaşıyorum.
RÜŞVET (الرشوة)
Yetkiyi, görevi veya nüfuzu kötüye kullanarak
sağlanan gayri meşrû menfaat.
Sözlükte başka anlamları yanında “haksız
bir menfaat sağlamak için verilen ödül, ücret veya ödenen bedel”
mânasındaki reşv kökünden türeyen rüşvet (reşvet, rişvet) kelimesi fıkıhta yetkiyi,
görevi veya nüfuzu kötüye kullanarak sağlanan gayri meşrû menfaati
ifade eder. Rüşvet karşılıklı çıkar teminine ve iltimasa
dayandığı için musânaa (karşılıklı iyilik yapmak) ve muhâbât (kayırmak)
kelimeleriyle de belirtilmiştir. Rüşvet verene râşî, alana mürteşî, aracılık
yapana râiş denilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de rüşvet lafız olarak
geçmemekle birlikte, “Bile bile, günaha saparak insanların mallarından
bir kısmını yemek için onları -mallarınızın bir parçasını- yetkililere
aktarmayın” (Bakara, 2/188) meâlindeki âyette açık biçimde
yasaklanmıştır. Ayrıca haram (suht) yemeyi davranış biçimi haline getiren yahudileri
kınayan âyetteki (Mâide, 5/42) “suht” kelimesi başta rüşvet olmak üzere “haram
kazanç yolları” diye yorumlanmıştır.
Hz. Peygamber tarafından vergi memuru olarak
Hayber’e gönderilen Abdullah b. Revâha’nın vergiyi az alması için kadınlarının
ziynet eşyalarını rüşvet vermeyi teklif eden yahudilere, “Teklif
ettiğiniz bu rüşvet bir suhttür, biz onu yemeyiz” diyerek reddetmesi;
yine “suht” ile beslenmiş vücudun cennete giremeyeceğini ve cehennemin ona daha
uygun olduğunu bildiren Resûl-i Ekrem’in suhtün ne anlama geldiği sorusuna “hükümde
rüşvettir” şeklinde cevap vermesi bu yorumu desteklemektedir.
Suht kelimesinin rüşvet anlamına geldiği Hz.
Ömer, Ali, Abdullah b. Mes‘ûd, Abdullah b. Abbas ve Zeyd b. Sâbit gibi
sahâbîlerle Mücâhid b. Cebr, Katâde b. Diâme ve Dahhâk b. Müzâhim gibi tâbiîn
devrinin ileri gelen âlimlerinden de nakledilmektedir.
Rüşvet hadislerde de yasaklanarak rüşvet
alan, veren ve bu işe aracılık eden lânetlenmiştir.
Ayrıca Resûl-i Ekrem özelde zekât memurlarına, genelde devlet
görevlilerine verilen hediyeleri “devlet malına hıyanet, ganimetten
çalma” şeklinde nitelemiş (bk. GULÛL), nüfuzu
kötüye kullanıp menfaat temin etmenin her türlüsünü yasaklamıştır.
Konuyla ilgili rivayetlerden birine göre Hz. Peygamber, zekât tahsiliyle
görevlendirdiği İbnü’l-Lütbiyye’nin vazifesi sırasında kendisine verilen
hediyeleri sahiplenmesi üzerine hiddetlenmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Annesinin babasının evinde oturmuş
olsaydı kendisine böyle hediyeler verilir miydi? Muhammed’in canı elinde olan
Allah’a yemin ederim ki herhangi biriniz bu malda hainlik yaparak haksız bir
şey alırsa kıyamet gününde o malı böğüren bir deve veya bir sığır yahut meleyen
bir koyun şeklinde boynunda taşıyarak getirecektir.”
İslâm hukuk literatüründe rüşvetin biri geniş,
diğeri dar olmak üzere iki anlamda geçtiği görülür. Geniş anlamıyla rüşvet
kavramının kullanıldığı durumlardan biri, özel hukuk alanına giren konularda da
olsa bir vazifenin ifası karşılığında haksız ücret
veya menfaat elde edilmesidir. Meselâ Kâsânî,
evlilik içinde kadının çocuğunu emzirme karşılığında kocasından ücret
istemesini rüşvet olarak nitelendirir. Yine Hanefîler, ihtisas kabilinden olan
mücerret haklardan doğan menfaatlerin akid yoluyla başkasına devri mümkün
olmadığından karşılığında alınan bedeli de rüşvet kapsamında değerlendirerek
câiz görmezler. Hanefî fakihleri bu tür hakların temlik edilemediğini ve sadece
ilgili kişilerin zararını gidermek için meşrû kılındığını, hak sahibinin bedele
rıza göstermesinin ise zararın bulunmadığına delâlet ettiğini ileri sürerler.
Meselâ şüf‘a hakkının devri karşılığında alınan bedel rüşvetle
ilişkilendirilerek câiz görülmez. Mera, yayla, odun toplama alanları gibi
kamunun kullanımına açık alanlarda bazı kişilerin yetkili olmadıkları halde
buralardan istifade edenlerden istedikleri ücret de rüşvet kapsamında kabul
edilir. Bir mala ücret mukabilinde kefil olmak gibi ahlâkî bir vazife
karşılığında ücret istenmesi de rüşvet sayılmıştır.
Dar anlamda rüşvet, “kamu
görevlisinin yetkisini ya da nüfuzunu kötüye kullanarak sağladığı çıkar”
şeklinde tanımlanabilir. Fıkıh literatüründe rüşvetle ilgili konular genellikle
fürû kitaplarının yargılama usulü (edebü’l-kādî) bölümlerinde ve aynı isimle
kaleme alınmış müstakil eserlerde işlenir. Adaleti tevzi konumunda
bulunan hâkimlere bu hastalığın bulaşması durumunda rüşvetle mücadele imkânsız
hale geleceği için rüşvetle ilgili konular hâkimi merkeze alarak incelenmiş,
hatta bazı âlimler rüşvetin tanımını yargıçlara sağlanan haksız kazançla
sınırlı tutmuştur. Rüşvet büyük günahlardan olduğu ve yıkıcı etkisi
güçlü suçlarla mücadelede hukukî müeyyide yanında dinî ve ahlâkî değerlere
dayalı sorumluluk bilincinin ön plana çıkarılması gerektiği için İslâm
ahlâkıyla ilgili eserlerde de bu konu üzerinde geniş biçimde durulmuştur.
Tedavisi en zor ve en eski toplumsal
hastalıklardan olan rüşvet bütün ilâhî dinlerde yasaklandığı gibi eski Hint,
Mısır, İran, Sumer ve Yunan toplumlarında da bu suçla mücadele edilerek
özellikle adlî rüşvete ağır cezalar verilmiş, Roma hukukunda rüşvet alan yargıca
ölüm cezası öngörülmüş ve memurların basit eşyalar dışında hediye kabul etmesi
yasaklanmıştır.
Eski Ahid’de rüşvet, adam kayırma, yargılarken
taraf tutma menedilmiş, rüşvetin gören insanı hatta bilge kişiyi kör ettiği,
haklıyı haksız çıkardığı, adaleti saptırmak için gizlice rüşvet alanın kötü
kişi olduğu belirtilmiş ve suçsuz birini öldürmek için rüşvet alan açıkça
lânetlenmiş, hediye isteyen ve rüşvet alan önderler, yargıçlar, adaletten sapıp
rüşveti seven ve armağan peşine düşen şehir halkı kötülenmiştir. Eski Ahid’in
daha birçok yerinde rüşvet konusu üzerinde geniş biçimde durulması o dönemde
yahudiler arasında rüşvetin oldukça yaygın olduğunu göstermektedir; Kur’ân-ı
Kerîm’in ifadeleri de bu hususu teyit etmektedir (yk.bk.).
Yeni Ahid’de Pavlus’un yargılanması sırasında
Sezerya Valisi Felix’in ondan rüşvet beklentisi içinde olduğundan söz edildiği
ve Pavlus’un bu beklentiye cevap vermediği yolundaki ifadeler dikkate
alındığında hıristiyan kutsal kitabının rüşveti tasvip etmediği sonucuna
ulaşılır. Hıristiyanlık’ta rüşvet dinî açıdan günah olduğu gibi kilise
hukukunda da suç sayılmıştır. Katolik kilise hukukuna göre yargıcın taraflardan
herhangi bir menfaat talep etmesi rüşvet suçunun teşekkülü için yeterlidir.
Rüşvet veren bakımından ise suç hükümden önce yargıca menfaat teklifinin
yapılmasıyla oluşur. Rüşvet alan yargıç ve rüşvet veren kişi kiliseden ihraç
edilir. Ayrıca böyle bir suça karışan yargıç görevinden azledilir. Kilise
görevlilerinin para karşılığı günah çıkarma gibi ruhanî yetkilerini kötüye kullanarak
menfaat temin etmeleri kiliseden azledilmelerini, rüşveti verenin de kiliseden
ihracını gerektiren bir suçtur. Bizans İmparatoru Jüstinyen tesbit edilen
rüşvetin kiliseye gelir olarak kaydedilmesi esasını koymuştur. Katolikler
dışındaki diğer hıristiyan mezheplerinde de rüşvet bir suç olarak kabul edilmiş
ve özellikle kilise görevlilerinin işlediği bu tür suçlar diğerlerine göre daha
ağır müeyyidelerle karşılanmıştır.
İslâm âlimleri rüşvetin haram
olduğu hususunda icmâ etmiştir. Suçun topluma etkisi oranında cezasının arttığı
veya azaldığı dikkate alınarak başta adliye teşkilâtındakiler olmak üzere üst
düzey memurların aldığı rüşvetin cezasının hukukî / dünyevî ve uhrevî
müeyyidesinin daha büyük olduğu belirtilmiştir.
Rüşvetin görevli kimsenin bilgisi dahilinde çocuklarına
veya ailesinden birine verilmesi de aynı sonuçları doğurur.
İslâm hukukçuları alan ve verenin hükümleri açısından rüşveti bazı kısımlara
ayırmıştır.
1. Herhangi bir
hakkı iptal/engelleme veya haksızı haklı gösterme amacıyla verilip alınan
rüşvet hem veren hem alan açısından haramdır.
Hanefî fakihi Cessâs rüşvet alan hâkimin biri haksız kazanç sağlamak, diğeri
adalet ilkelerine aykırı şekilde haksız hüküm vermek suretiyle iki açıdan
günaha girdiğini, rüşvet verenin de bu sonuçlara katkısı sebebiyle aynı durumda
olduğunu ifade eder.
2. “Bir görev alabilmek
için yetkililere temin edilen menfaat” anlamındaki rüşvet de her iki taraf için
haramdır. Zira belli vazifeye tayin edilecek kişinin
ehliyet ve liyakat şartlarını taşıyıp taşımadığının araştırılıp buna göre
hareket edilmesi yetkililerin görevi olup görev karşılığında sağlanan çıkar
rüşvettir. Diğer taraf da normal usulün dışına çıkarak haksız veya başkalarının
hakkını ihlâl eden bir görev elde etme konumunda olduğu için sağladığı menfaat
rüşvet hükmündedir. İslâm hukukçuları bu konuyu daha çok rüşvet vererek kadılık
görevi alma meselesi dolayısıyla tartışırlar.
3. Bir hakkı elde edebilmenin veya zarar ve
zulmü defedebilmenin ancak rüşvet vermekle mümkün olduğu durumlarda alan açısından
rüşvet haram olmakla birlikte fakihlerin çoğunluğuna göre veren
bakımından zaruret hali oluştuğu için
haram değildir. Müşriklerin zulmü sebebiyle Habeşistan’a hicret edip orada
rehin alınan Abdullah b. Mes‘ûd’un rüşvet vererek kurtulduğu şeklindeki rivayet
bu görüşü destekleyen deliller arasında zikredilir. Aynı şekilde bir kimsenin
hakkı olduğu halde devlet görevlisine yaptıramadığı bir işini yapmasını temin
için memur olmayan bir şahsa aracılık ücreti vermesi fakihlerin çoğunluğunca
tecviz edilmekle birlikte bu ücret alan açısından haram sayılmıştır. Çünkü
haklı olana yardım etmek görev olup görev icabı yapılması gereken bir iş
karşılığında ücret almak veya menfaat temin etmek rüşvet kapsamına girer.
Karşılıksız yapılan işlerin bitiminden sonra memur
olmayan aracıya verilen bahşiş kabilinden yardımları da rüşvet kapsamında
düşünenler bulunmakla birlikte bunun karşılık beklemeksizin iyilikte bulunana
iyilikle mukabele etme ve iyilikte yardımlaşma anlamına geleceği, dolayısıyla
rüşvet sayılmaması gerektiği yönündeki ictihad kabul görmüştür. Başlangıçta
şart koşulmamakla beraber cemaatin imam ve müezzin için toplayıp görev sonunda
verdikleri hediye kabilinden yardımların câiz görülmesi bu görüşü destekleyen
bir dayanak olarak zikredilir. Bazı âlimler, rüşveti yasaklayan nasların
ihtiyaç durumunda tahsis edildiğini gösteren delil bulunmadığı, insanların
mallarını haksız sebeplerle yemeyi yasaklayan açık naslar bulunduğu ve rüşvet
verenin de böyle bir haksızlığa yardımcı olduğu, haklı olanın hakkını almak
için verdiği rüşvetin malın israfı anlamına geldiği gibi gerekçelerle
çoğunluğun görüşüne karşı çıkmaktadır.
Rüşvetin naslarla belirlenmiş bir cezası
bulunmadığından fıkıhta bu konuda şartlara ve ihtiyaçlara göre farklı
düzenlemeler yapılması esası benimsenmiştir (bk. TA‘ZÎR). Rüşvet
alan, veren ve rüşvete aracı olan prensip itibariyle aynı derecede sorumludur.
Bununla birlikte suça katkısı oranında ilgililere farklı
cezaların verilmesi mümkündür. Hassas konumu sebebiyle
rüşvet suçunu işleyen hâkimin görevinden alınacağı hususunda fakihler görüş
birliği içindedir. Diğer kamu görevlilerinin ise pişmanlık
durumuna ve ihtiyaca göre vazifeye iade edilebileceği belirtilir. Rüşvet suçu
ikrar, belge, şahitlik gibi delillerle ispat edilebildiği gibi bu konuda kesin
karinelere de dayanılabilir.
İslâm hukukçuları hâkimlik görevine tayin
edilmek için rüşvet vermenin haram olduğu, bu yolla atanan kişinin hâkim olarak
görev yapamayacağı ve verdiği kararların geçersiz sayılacağı hususunda görüş
birliği içindedir. Rüşvet alan hâkimin adalet vasfını yitirip fâsık olduğu
ittifakla kabul edilmekle birlikte verdiği hükmün geçerli olup olmadığı
hakkında farklı görüşler vardır.
1. Usulüne uygun biçimde yürüyen bir davada
rüşvet alması hâkimin doğrudan doğruya azledilmiş sayılmasını gerektirmediği
gibi bu suretle oluşan fısk hali tek başına hükmün geçerliliğini etkilemez.
Dolayısıyla hâkim azledilinceye kadar verdiği hükümler geçerlidir. Hanefî
fakihlerinden Fahreddin el-Pezdevî’nin tercihi bu yöndedir. İbn Âbidîn (ö.
1252/1836), kendi dönemindeki hâkimlerin yaygın biçimde duruşma öncesinde veya
sonrasında “mahsul” adı altında rüşvet aldıklarına dikkat çeker ve bu
gerekçeyle hâkimlerin verdiği hükümlerin geçersiz sayılması halinde yargının
işleyişinde aksamalar meydana geleceğini belirterek bu görüşe katılır.
2. Tayini esnasında meslek ahlâkına yakışmayan
ve fâsık durumuna düşüren eylemlerde bulunması halinde azledilmiş sayılacağı
yönünde bir şart ileri sürülmemişse rüşvet alan hâkimin görevi kendiliğinden
sona ermez; devlet başkanı veya ilgili kurum tarafından azledilmesi ve
cezalandırılması gerekir. Bu takdirde rüşvet aldığı sabit olan davayla
ilgili hükmü âdil bile olsa geçersizdir. Buna karşılık
azledilinceye kadar usulüne uygun biçimde verdiği diğer kararlarla rüşvetin kendi
bilgisi dışında aile fertlerine verilmiş ve adaletle hükmetmiş olduğu davalarda
verdiği hükümler geçerlidir. Mâlikî mezhebinin ve Hanefîler’den Hasan b. Ziyâd,
Hassâf, Serahsî’nin yanı sıra Buhara ve Semerkand meşâyihinin görüşü bu
yöndedir.
3. Hâkimin rüşvet aldığı davada ve bundan
sonra baktığı bütün uyuşmazlıklarda verdiği hükümler geçersizdir. Zira
rüşvet aldığı sabit olan hâkim bu göreve tayin sırasında aranan adalet
niteliğini yitirmiş ve kendiliğinden azledilmiş sayılır. Ebû Hanîfe ile Şâfiî
ve Hanbelî mezheplerinin görüşü ve Mâlikîler’ce sahih kabul edilen görüş budur.
Hanefîler’den Ali er-Râzî, Tahâvî, Kerhî ve Irak meşâyihi bu ictihadı tercih
etmiştir. Ali Haydar Efendi’nin bu görüşü aynı zamanda Hassâf’a nisbet etmesi
hatalı görünmektedir.
Rüşvet olarak verilen mal Hanefî, Şâfiî ve
Hanbelî mezheplerinde tercih edilen görüşe göre sahibinin mülkiyetinden çıkmaz.
Bu durumdaki malın sahibi biliniyorsa ve ulaştırmada zorluk yoksa kendisine
iade edilmesi gerekir; sahibi bilinmiyorsa veya iadenin mümkün olmadığı ya da
meşakkatli olacağı bir yerde ise bulunmuş mal hükümleri uygulanır (bk. LUKATA).
Mâlikîler’e ve bir kısım Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre ise rüşvet olarak
verilen mal sahibinin mülkiyetinden çıkar ve mal edinmenin meşrû yollarından biri
olmadığı için alınıp kamu yararına harcanmak üzere beytülmâle konur. Bu görüşte
olanlar, Hz. Peygamber’in zekât memuru olarak tayin ettiği İbnü’l-Lütbiyye’nin
kendisine verilen hediyeleri almasını tasvip etmemekle birlikte bunları
sahiplerine de iade etmemesini hazineye irat kaydettiği şeklinde yorumlamakta,
ayrıca Hulefâ-yi Râşidîn ve bazı sahâbîlerin bu yöndeki uygulamalarını esas
almaktadır. Rüşvet yoluyla kazanılmış bir malı miras veya vasiyet yoluyla
iktisap eden kimsenin birinci görüşe göre bunu sahibine iade etmesi ve sahibini
bilmiyorsa onun adına ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmesi, ikinci görüşe göre
ise beytülmâle vermesi gerekir.
Rüşvetin çoğu zaman hediye
görüntüsü altında alınıp verilmesi sebebiyle bunlar arasındaki ilişki ilk
dönemlerden itibaren üzerinde durulan problemlerden
olmuştur. Esasen rüşvetin hediye adı altında sunulması,
hukuken izin verilmeyen sonuçların ya da menfaatlerin meşrû hükümler arkasına
gizlenip şeklî bir meşruiyet zemini hazırlama (kanuna karşı hile) çabalarının
bir örneğini teşkil eder. Hz. Peygamber, samimi duygularla hediye verilmesini
ve hediyeleşmeyi özendirmekle birlikte kamu görevi ifa edenlerin rüşvet veya
nüfuzun kötüye kullanılması anlamına gelebilecek nitelikteki hediyeleri kabul
etmelerini yasaklamıştır. Onun, -hediye görüntüsü altındaki rüşvet
dahil olmak üzere- helâllerin arkasına gizlenmiş haramlara
bulaşmanın toplumu felâkete sürükleyen sebepler arasında
saydığına dair rivayet, temel hadis kaynaklarında yer almasa bile kendisine
takdim edilen hediyeleri sahiplenen zekât memuru İbnü’l-Lütbiyye için
söyledikleri bu rivayeti destekler mahiyettedir (yk.bk.). Resûl-i Ekrem’in
uyarılarını dikkate alan Hulefâ-yi Râşidîn’in uygulamalarından ve özellikle
valilere yolladıkları genelge ve tâlimatlardan hediye görünümü verilerek
rüşveti meşrulaştırma çabalarına karşı hassasiyet gösterdikleri
anlaşılmaktadır.
Hukukî ilişkilere ve fıkhî hükümlere etkisi
fıkıh eserlerinde ayrıntılı biçimde ele alınan rüşvetle ilgili diğer bazı
hükümler şöylece özetlenebilir:
1. Evlilik akdinde eşler arasında denklik
konusu işlenirken üstün mevki sahibi de olsa rüşvet alan bir erkeğin ahlâken
mazbut (sâliha) kıza denk sayılamayacağı belirtilir.
2. Edâ ehliyeti bakımından önemli sonuçları
bulunan rüşd şartının (en-Nisâ 4/6) gerçekleşip gerçekleşmediği belirlenirken
kişinin mallarını rüşvet gibi haram yollara sarfedip etmediği dikkate alınır.
3. Rüşvet vermeksizin ibadetin ifasına imkân
bulunmaması durumunda rüşvet vermenin câiz olup olmayacağı haccın edasının
şartlarından olan yol güvenliği meselesinde tartışılmıştır. Hacca gidebilmek
için yol güvenliğini engelleyen eşkıyaya rüşvet verilmesine bazı fakihler
-ibadetin mâsiyete yol açacağı düşüncesinden hareketle- karşı çıkmış ve bu
durumda haccın farz olmaktan çıkacağını ileri sürmüştür. Buna karşılık zaruret
hali dolayısıyla rüşvetin verene değil alana haram olacağını ve bu yola
başvurmanın mubah hale geleceğini düşünenler çoğunluktadır. Ancak bu cevaz
farzlarla sınırlı tutulmuş, Kâbe’nin içine girmek ya da Makām-ı İbrâhim’i
ziyaret gibi mendup ibadetler için câiz görülmemiştir.
4. Emek-sermaye ortaklığında (mudârebe)
işletmeci, gümrük memuru gibi görevlilere işlerini kolaylaştırmaları ve
onlardan gelebilecek zararı defetmek için rüşvet verirse bu masrafları şirket
hesabına yazamaz, kendisi öder.
5. Şahitlikte adalet şart olduğu (et-Talâk
65/2) ve rüşvet kişinin adaletini ortadan kaldırdığı için rüşvet
alanın şahitliği kabul edilmez. (Saffet Köse, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi, “Rüşvet” maddesi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder